4 Kasım 2009 Çarşamba

Bu Kadar Yüksekten Atlarsan Ölürsün.


Saate baktı. Akrep sabaha karşı 4e doğru ilerliyordu. Vucudu titriyordu ince ince. Çıplak uyumaya alışkın olmadığı için gözlerinin üstünü örtemiyordu. Tek kişilik bir battaniyeyi hem kendisinin, hem de sevgilisinin üstüne yaymaya çalıştı. Bu gece kaybettiği ve kaybedeceği şeyleri düşündü. Tavanın kapladığı siyah boşluğa takıldı bir süre.

"Uyudun mu?" dedi. Cevap gelmemişti. Sonrasında sevgilisinin sağır nefes alışverişlerini farkettiğinde sadece kendisinin uyanık olduğunu anladı. Şimdi başka bir hayatın cebinde nefes alıyordu kendisi.
Geçirdiği saatlerden sonra pek hali ve enerjisi kalmasa da uyuyamayacağını farketti. Işığı kapatalı dokuz dakika geçmişti ki gözlerindeki zifiri karanlık yerini loş ışıklara bıraktı. Şimdi sevgilisinin silüetini görebiliyordu. Ona dokunmak istedi. Bir an için elini onun çıplak sırtına iliştirmek istedi ancak bunu yapmadı. Hep korkardı dokunmaya. Şimdi tereddütleri yoktu ama sevgilisinin ruhuna kilometreleri vardı. Uzak mesafelere değer verirdi. Bu kadar yakın olmaya alışamasa da çoktan kaybedivermişti mesafeleri. Bu gece kaybetti yoksunluğunu. Bu gece kaybetti ruhunun bir parçasını.
Bir süre sevgilisini izledi. Onun aldığı nefesleri saydı ve sarılmak için başka şeyler aradı. Siyah boşluğa takıldığından beri hafiften nefes alamadığını farketti.
Düşünmemeliydi; zira kendisi için düşünmek çok tehlikeliydi.

Ayaklarını yere doğru indirdi ve uzandığı yatağın köşesine oturdu. Odada herşeyi rahatça görebilmeye başlamıştı. Gözü, komitinin üzerinde duran sigara paketine çarptı. Çakmak ise sigaranın yanında tebessüm ediyordu. Biraz ciğerlerini yakmak istedi. Elini sigaraya uzattığı gibi geri çekmesi de bir oldu. Yine korkmuyordu. Yine mesafeler değerliydi. Uzun zaman olmuştu içmeyeli. Zaten zehirlenmek istese de parası yetmiyordu. Pahalıydı ölüme gitmek, pahalıydı kendini zehirlemek.
Odaya biraz olsun ışık yayan pencereye doğru baktı. Ayağa kalktı ve yabancı bir dört duvarın geceleri nasıl göründüğüne dikkat çekti gözleri. Evinden çok uzakta titreyerek uyumanın ne demek olduğunu şu an sadece kendisi bilebilirdi. Evinden çok uzakta, yoksunca...

Ne kadar inceydi oysa ki hayattaki çizgiler. Dakikaların alıp götürdüğü zaman ikiye bölmüştü onun hayatını. Saniyeler öncesi ve sonrası...
Pencereden dışarıya doğru iliştirdi gözlerini. Sokak ışıklarını birleştirip resimler çizdi zihninde. Duvarlara ve kaldırımlara vuran gölgelerin içine baktı. Hala titremekteydi. Düşüyormuş gibi hissediyordu. Bir binanın tepesinden. Belki de bu pencerenin sonbahar gününde soyunmuş bir ağaca baktığı taraftan. Ya da uçurumun en ücra köşesi... Neresi olursa olsun düşüyormuş gibiydi.
Odada dolaşmaya kalkınca aynayla çarpıştı bu sefer gözleri. Kendisinin tamamen çıplak olduğunu görünce utandı. Böyle üryan bir halde yabancı bir dört duvar... Şimdi gerçekten üşümüştü.
Hemen giyinmeye yeltendi. Elbiseleri üzerine serpiştirirken yüzündeki ifade bir mahkemenin acı duvarlarını anımsatıyordu. Giyinirken masanın üzerinde duran araba anahtarlarına kitlendi bakışları. Babasından kalma 69 model siyah ve paslı chevelle... Ölen babasını hatırlattığı için bu araba hala paslıydı. Arabanın anahtarlarını bir çırpıda cebine attı. Oda giderek küçülmeye başlamıştı. Nefes almak zaman geçtikçe daha güç hale gelmekteydi. Kapıya yönelmeden sevgilisine baktı. Hala mışıl mışıl uyuyordu. Battaniyeyi alıp onun açılan bedenini usulca örttü. Onun nefes alışverişlerini dikkatle dinlemek için gözlerini kapadı. Bu sayede kalp atışlarını bile hissetti. Onu öpmek geçiyordu içinden ama öpmedi. Damarlarından kan yerine acı geçmeye başlamıştı. Kulağındaki gürültüler iyice yükseliyordu. Hızlıca odadan savurdu kendini. Koridordan hızlı adımlarla ilerledi. Apartman kapısını açıp dışarı çıkması pek kolay olmadı. Şimdi soğuk rüzgar mimikleriyle sevişmeye başlamıştı. Bu yüzden gülümsedi. Gülümsemesi gerekti...
Arabasına doğru koşarken ne için acele ettiğini bilmiyordu. Bacaklarının ardından savrulan paltosu, kestirilmesi gereken uzun ve dağınık saçları, yüzünün en çukurunda sımsıkı tuttuğu gözleri... Hepsi bir savaş veriyordu bu ısrarcı soğuğa karşı. Büyük bir kasvetle arabasına bindi. Nereye gideceğini bilmezken şiddetle gaza bastı.

Gözleri kısık bir halde arabayı sürmeye başladı. Tenha bir yola sevketti chevelleyi.. Sonu gözükmeyen bir düz çizgi, çizginin sağına ve soluna serpiştirilen turuncu güz yaprakları... Gecenin bir vakti onlar siyah gözükse de turuncu bir hüzün birikintisiydi hepsi. Böyle bir tabloya benziyordu yol. Sürdü sürdü ve sürdü. Gaza fevrice basıyordu. Titreyen ellerini direksiyonla birleştirince vucudu daha bir sarsıntılı hale geldi.
Düşünüyordu yine. Tehlikeli işti bu. Zaten arabayı sürerken kafasında dönen filmin metrajı kopmuştu. Deviri arttırdı ve gazı kökledi. Çok sesli bir tantana içinde olsa da birşeylerin eksik olduğunu farketti. Elini radyoya uzattı hızlıca. FM barı üzerinde gidip gelirken parazitlerden sıyrıldı ve melodilere ulaştı. Hazin bir mfö parçasıydı bu. "Ah bu ben" diyordu Mazhar Alanson. Gürültülü motor sesleri arasından müziği seçebiliyordu. Eliyordu her melodiyi bu yıkım içerisinden.

Kendini kaybettiriyordu bu yabancı semte. Kaybolmak isterken burnuna nefis bir deniz kokusu dokundu. Yavaşlattı arabasını. Şimdi müziği daha rahat seçebiliyordu. Burnuna ulaşan bu deniz kokusunu takip etmeye çalıştı. Virajların ötesindeki sahil ışıklarını farketti. Rotası tamamen belli olmuştu. Tekerlekler onu denizin hiddetli dalgalarına götürürken kendisi gözlerinin sabit bir noktaya dalmasından şikayetçiydi. Böyle tenha bir yolda ölmek istemezdi. Son aldığı virajdan itibaren bir hayli sürdü arabasını. Işığa yaklaşmıştı. Yolun sonuna yaklaştığında simsiyah mavi ona göz kırpıyordu. Arabasını rüzgarın en sert estiği yere park etti ve arabadan hızlıca indi. İndiğinde buranın bir sahil değil, denize uçurum bir tepe olduğunu farketti. Olsun dedi içinden. "Dokunmasam da severim ben seni." dedi. Sonra aynı cümleyi kollarını gökkübbeye kaldırıp haykırarak tekrarladı. Bu uçurumu aydınlatan kocaman bir ışık; uçuruma tutunmuş tertemiz bir örtüydü deniz. Kapısı açık bir arabadan seslenen ince melodiler vardı kulağında. Bir de bilmediği çığlıklar...

Işığın altına yerleşen bir kelebek gibi hissetti kendisini. Ardından derin uykularda koşan sevgilisi seslendi ona. O daha erken gelmişti bu denize. Daha erkenden... Şimdi ne kadar uzaksa o kadar yakındı sevgilisine.
"Gel" dedi deniz. Çığırıyordu gel diye. Adım adım uçuruma yaklaştı. En köşesine gelmişti uçurumun. Rüzgar suretine acımasızca vuruyordu. Aşşağıya baktı. Hırçın dalgalar küçük çaplı batık kayaları boğuyordu . Ayak tabanlarının altında uçuruma küs toprak parçaları vardı. Ama o bunu pek umursamadı. Ölüme yakın hissediyordu kendisini.
"Gel" diyordu derya. "Gel" diyordu deniz. Simsiyah mavinin içindeki girdaba bakıyordu. "Bu kadar yüksekten atlarsan ölürsün." dedi kendisine. Oysa denizin en dalgalı yerinden bağırıyordu sevgilisi.
Sevgilisinin çığlıklarını durağan bakışlarına ithaf etti. Öylece bakakaldı ona. " Bu kadar yüksekten atlarsan ölürsün. "

Gökyüzünde ufalamak istemişti ruhunun her parçasını. Düşerdi o kadar yüksekten atlarsa. Düşer kaybolurdu çığlıklara yaklaşırsa. Yükselemezdi gökkubeye. Bu yüzden gözleriyle boğdu sevgilisini. O derin rüyalarının birindeyken gözleriyle boğdu onu. Öldürdü acımasızca. Hayallerini uçurum kenarlarında bırakıp gitmek istemedi. Öldürdü... " Bu kadar yüksekten atlarsan ölürsün. " dedi yine. Sayıkladı bunu defalarca.
Şimdi bir çığlık kopmuyordu denizde. Girdabın vadettiği dalgalar sert bakışlı kayalara çarptı durdu. Sevgilisinin boğulduğu yere takıldı gözleri. Saatine bakamadı bu yüzden. Zaten az sonra güneş doğacaktı. Güneşin doğacağını umdu. Az kalmıştı. Bekledi. Sevgilisinin canını kaybettiği yere bakarak bekledi.

Hala bekliyordu. Korkularla çevreledi yüreğini. Uçurumun en kenarında bir parıltı bekledi ufuktan. Şimdi güneş doğmalıydı. Gözleri kamaşmalıydı çoktan. Bakabildi bu sefer saatine. Vakit çoktan geçmişti. Güneş bu vakte kadar kendisini göstermeliydi. Olmuyordu umduğu şey. Hala cirit atıyordu yıldızlar gökyüzünde. Ay hala sertçe bakıyordu suratına. Daha çok titriyordu şimdi. Dünya hızla dönmeye başlamıştı. Burnu kanamaya başladı. Soğuktan dimdik olan tüyleri tenine battı. Yine nefes alamıyordu. " Bu kadar yüksekten atlarsan ölürsün. " dedi. Ve atladı.
Hesapsızca çarptı vucudu kayalıklara. Sert kayalar bedenini parçaladı. Denizin kucağına postalıyordu kendisini. Kalan parçalarıyla sevgilisinin boğulduğu yere sürüklendi. Sevgilisini öldürdüğü yere gidip birdaha nefes almamak adına dibe battı. Diplerde onu bulmak için kendisinde kalan son nefeslerini tüketiyordu. Siyah bir boşlukta kendisi gibi parçalanmış bir vucudu arıyordu. Buldu onu. Buldu gözleriyle öldürdüğü sevgilisini.
Elini sımsıkı tuttu. Deryanın en kara kısmında son nefesini sevgilisinin elini tutarak verdi. Öyle boğdu kendini.

Herşey şimdi kapkara olmuştu. Hiçbirşey göremedi. Bulunduğu yerde sıkışmıştı. Acı bir irkilişten sonra kurtuldu karanlıktan. Fırladı yatağından. Tek kişilik battaniye savruldu odanın ortasına. Kocaman bir kabusun kapkara eşiğinden sıyrılmıştı. Kendisine baktı. Çırılçıplaktı. Ardından etrafına baktı merakla. Üzerine üzerine gelip onu sıkıştıran odaydı bu. Ama bu sefer yerli yerinde duruyordu herşey. Rahat nefes alabildiğini farketti.
Kabus sonrası attığı çığlık, sevgilisini uyandırmıştı. "Ne oluyor. İyi misin?" diye sordu sevgilisi. "Kötü bir rüya." dedi sadece. "Önemli değil." dedi. Fırlayan battaniyeyi yerden çekip aldı ve hem kendisinin, hem de sevgilisinin üstüne örttü. Dokundu, sımsıkı sarıldı sevgilisine. Gözlerini huzurla yumdu hafifçe.

Onlar uykuya daldıkça odanın perdeleri güneşi içine çekiyordu. Parıldıyordu kumaş. Güneş tepelerin ardında ilk sözlerini söylüyordu yerküreye. Aydınlanıyordu herşey içten içe. Güneş doğuyordu bu sefer.

Fatih Öztürk