13 Haziran 2011 Pazartesi

Son Durak



Gece boyunca tüm düşler, bir sokak lambasına sıkıştırıldı. Kısık gözleri, sallanan ağaç dallarının çıplaklığıyla buluştu ilkten. Ardından titrek ellerinin birbirine bağlı olduğunu fark etti. Sabah olmak üzereydi.

Telaşlandı gecenin hırsızı. Ayağa kalktı ve sırtına yüklediği çaresizliğiyle baktı etrafına. Bedenini içine çeken beton parçasına takıldı gözleri. “Sabahın köründe bir tek sen sevdin beni.” dermiş gibi… Hafifçe bir yağmur yağmaya başlamıştı yeryüzüne, hissedilen ama görülmeyen. Kirlenmiş uzun saçlarını omuzlarına serdi, şehre giden tren raylarına saldı kendini.

Nice istasyonlar tüketmişti zaten.  Şimdi ise kapısı bozulmuş vagonlar gibi ürkekçe geçti hepsini. Biletsiz banliyö çığlıkları, içine düşülen peron boşlukları ya da varlığını yokluğuna satmış bencil tren yolcuları… Hepsi yeniden geçip gitti hayatından. Her istasyonda başka bir takvim yaprağını düşürdü yere. Her istasyon, tarihin bir başka kırmızı çizgisi.

Ve son durak… Duvarlarda çarpmaya başladı içine sığmayan yüreği. Yürüyebilecek başka bir demiryolu yok. Ölüm müydü bu? Bilemedi. Uzun süre bakakaldı yoksunluğuyla birleşmiş çıkmaz raylara. Hiçbir şey yoktu. Ne bastığı bu demiryolu, ne içine hapsolduğu kızıl gökyüzü, ne de alabileceği bir oksijen. Bir hiç oluveriyordu zaman ve saatler bükülüp parçalanıyordu zihninde. Sanırım buna ölmek diyorlardı.

Bir nefes duydu sonra, içeriye zorla çekilen inatçı bir nefes. Perona çevrildi donuk gözleri. Onu gördü. Kızıl renkli saçlar düşüyordu gölgede kalmış bir bankın eşiğinden ve kirpikler arasında kalmış gözleri, betona mıhlanmıştı. Beyaz elbisesiyle yağmurun altına uzanmış, bir ölü gibi yatıyordu. İlk defa bu kadar yalnız hissetmedi. Ölümü hisseder duyguları, şimdi başka bir ölüyle karşılaşmıştı. Az önce zihninde yok ettiği tüm dünya, şimdi bu bankın etrafında toplandı.

Tren raylarından perona uzandı elleri. Ağır adımlarla gitti yanına. Seyretti sakince. Kızıl saçlarından betona akan gözlerini çiğneyip yuttu. Sağ eli, ona dokunmak istercesine çaresizdi. Havada kaldı parmakları.  Ölmek üzereyken dudaklarının arasında kalan kelimelere muhtaçtı şimdi. Ne diyeceğini bilemedi. “İyi misin?” dedi sadece. Bu soru üzerine kız, dondurduğu gözlerini eritip onun gözlerinin içine baktı. Ve acı gülümsemeden sonra iki dudağının arasından döküldü kelimeler:

Görüyorsun…
Bu son durak. Çırılçıplak ölüm. Son ışık, son çıkış, son şans. Ve ben, seni bekliyordum.
Benim gibi son durağa ilişmiş, ölüme çaresiz bir hayatı bekliyordum. Ben seni bekliyordum.
Nefesim olur musun? Seni seversem yine de ölür müsün?

Titriyordu çocuk. İçine sığmadı nefesi. Diz çöktü bankın önünde. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Boğazı düğümlendi. Hıçkırıklarının arasından kelime bulamadı kendine. Ellerini tuttu kızın. Saçlarını okşadı ve yanağını yanağına koydu. İkisinin de gözyaşları yağmura karıştı. Kaldırdı onu banktan. Kızıl saçlarını boynuna doladı. Avuçlarının içine aldı ellerini. Ağır adımlarla çıktılar istasyondan. Şehrin uğultusuna karıştılar yavaşça. Kızıl bir sabahtan güneşe dönüşüyordu yeryüzü.

Bir dudak payında sustu şimdi karanlık.
Bir hayat dolandı kollarına usulca.
Sonra gözlerine uzandı, yastık oldu kirpikler.
Teninde ilk defa yandı bu şehrin ışıkları.
Gözyaşına bulandı aşk.
Islandı kalbe giden bütün caddeler.
Vücutlarının üstüne örttüler ellerini.
Parmak ucu düşlerini bedenlerine gömdüler.
Birbirlerine uyandılar bu sabah.

Fatih Öztürk