30 Nisan 2010 Cuma

İhtiyar


Koştum. Midem fazlasıyla bulandı. Karanlığın içine saldıran renkli ışıkların arasından tuvalete koştum. İçime dolan tüm içkileri şimdi dışarıya çıkartıyordum. İşe yaramamıştı hiçbiri. Fazla gürültülü bu bardan hemen çıkmalıydı. Hızlı adımlarla merdivenlerden indim, dışarıya çıktım ve bir sigara yaktım. Ceketimin iki yakasını birbirine eriştirmeye çalışırken titremeye başlamıştım.

Barın derin gürültüsü hala kulaklarımdaydı. Gözüm loş ve bir o kadar da sessiz olan, barın ötesinde bulunan dar bir sokağa ilişti. Dünya gereğinden fazla dönerken ben sessiz bir yer istiyordum. Dumanı içime çekerken gözlerimi bir hayli kıstım. Sigaranın zevk veren dumanına kapılırken yürümek zordu ve caddelerin hareketliliği, bir arabanın beni dümdüz etmesine sebep olabilirdi. Hızlıca sokağa sokuldum ve sokağın bir köşesine iyice yaslandım. Ev buradan bir hayli uzak. Zaten pek acı veriyor o dört duvar. Anıların çığlık attığı pencereler, koltuklar… Ben zaten kendi evimden kaçmıştım öyle değil mi?
Sarhoşken pek bir şey anlayamıyorum. Galiba alkolün sırrı burada. Anlayamamakta… Bu kafayla eve gidilmezdi. Sabah kendimi nerede bulurum bilmiyorum.

Hasta bir öksürük sesi geliyordu sokağın göremediğim kısmından. Önemsemedim ilk önce, fakat öksürükler bir hayli derindi. Öksüren adam acı çekiyor gibiydi. Sarhoş bir adamın tedirginliğiyle sokağın meçhul kısmına doğru ilerledim. Köşeyi dönmemle acı çeken ihtiyarı görmem bir oldu.

Çoğu beyazlamış olan saçlarına sakalları karışmıştı. Yüzünde ince yollar açılmış, mavi gözlü, titreyen bir ihtiyardı. Üzerinde yırtılmış giysileri vardı ve çöpten bulduğu kirli bir minderin üzerine oturmuştu. Bana baktı, sonra yüzünü çevirip öksürmeye devam etti. “İyi misin?” dedim. Tekrar bana bakıp önüne döndü. Öksürükleri bir hayli artmıştı ve ben bile ciğerlerimin parçalandığını hissediyordum. “Su ister misin?” diyerek tekrar konuşmaya çalıştım. Yüzüme bakıp sadece kafasını yukarı-aşağı sallamakla yetindi. Gördüğüm bu manzara karşısında üzülmüştüm ve bilincim biraz olsun yerine gelmişti. Sokaktan hızlıca çıktım ve etrafa bakınmaya başladım. Buralarda bakkal olmalıydı. Hala dönen nevrimle bulduğum küçük bir marketten bir su almayı becerebilmiş, ihtiyara getirmiştim. “Al iç.” Dedim. Tekrar kafasını salladı ve suyu öksüren bir adam değil, çölde suya âşık bir adam misali bitirdi. “Daha fazla ister misin?” dedim. Elini göğsünün üstüne koydu ve kafasını öne doğru eğdi. “Hayır, eyvallah.” deyişini duymuş kadar olmuştum.

Ben etrafı biraz süzdükten sonra ihtiyarın iki metre ötesine; duvarın dibine çömeldim. Bu hareketim, ihtiyarın bana hiç olmadığı kadar uzun bakmasına sebep olmuştu. Ben de öyle sanıyorum ki misafir ağırlamayı yıllar önce unutmuştu. Kısa bir suskunluktan sonra “İsmin ne?” diye sordum. Tahmin ettiğim gibi yine cevap vermedi. “Ne o yoksa dilsiz misin?” dedim. Yine cevap bulamadım. Hafif ışıklar altında sadece nefes alıp veriyorduk. Alkolün etkisinden olsa gerek ki pek üşümüyordum. Ama yine de ince ince titremekteydim. Bir an burada uyuyakalıp bu ihtiyarın beni soyup soğana çevireceği aklıma geldi. Fakat içimdeki boşluk ağır basıyordu ve ben çömeldiğim yerden kalkmamaya niyetlendim. Kafamdaki uğultular geçmek bilmiyordu. İhtiyara döndüm:

“İyiler hep kaybetti be. Suskun kaldı hep iyi adamlar. Acımasızca geçip gitti zaman ve mahrum kaldık her bir renkten. Koştukça düştük, kaybettik tüm sevdiklerimizi. İçimizdeki boşluğu doldurmaya gayret ederken onun içine düştük. Sarhoş olduk gecelerce. İliklerimizden geçti acı. Damarlara enjekte edildi hepsi. Kalpten damarlara pompalandı her elem. Biz neden iyi olduk be? Neden kurtulamadık hassasiyetimizden? Ben kötü adam olmak istedim! Denedim olmadı, beceremedim be? Beceremiyorum.” Dedim.

Bir anda cümleler döküldü ağzımdan. İçimde vurgularla karışık ağır bir hüzün barındırdığımı gören ihtiyar bana döndü. “Adım Ferit.” Dedi. Ben kendi adımı söylemeye fırsat bulamadan “Acı mükemmeldir.” Dedi. Anlamsızca ihtiyarın kırışmış yüzüne baktım. O ise “Acı çekmelisin.” Diye devam etti. Ben daha açıklayıcı bir şeyler beklercesine ihtiyarın yüzüne bakarken o kocaman bir kahkaha attı ve başını tekrar öne eğdi. Onun kahkahaları ardında suskun dudaklarım kaldı. Sonra “Sigara içer misin?” diyerek dudaklarımı tekrar titrettim. Hayır dercesine başını salladı. “O mereti hiç içmedim.” Dedi. “Bence içmelisin.” Dedim. “Mükemmel bir tadı var.” Tebessüm etti bana ihtiyar. “ Seni bitip tüketenler her vakit iyi tat verir küçüğüm.” Dedi. Ben metrajı kopmuş bir film gibi sona erdim. Bu sefer başını öne eğen bendim. Bir süre hiç konuşmadık. Gözlerim kapanıyordu hafiften. Üzerimde ağır bir yük vardı ben kaçınılmaz bir uykunun kapısını aralıyordum. Sokakta uğuldayan bu soğuk, tatlı bir titremeye dönüşmüştü.

***

Biri beni uyandırmak için bana sesleniyor; beni dürtüyordu. Göz kapaklarımı açmakta zorlandım. Bulanıklık netleştikçe beni sarsan kişinin dün geceki ihtiyar olduğunu fark ettim. Şaşkınca etrafa bakıyordum. O an birçok soru işareti kafamda dans etse de bir süre sonra ayılıp bilincimi toparladım. Sokağın bir köşesinde iki büklüm halimle sabahlamıştım ve keskin bir baş ağrısı çekmekteydim.

Bir süre sonra da geceyi nasıl geçirdiğim hatırıma geri dönmüştü. Sarhoş olmanın verdiği gevşeme, şimdi yerini berbat bir mide bulantısına ve dayanılmaz bir baş ağrısına bırakmıştı. “Nasıl hissettiğini biliyorum.” Dedi ihtiyar. “Böyle durumlarda bozuk para gibi hissedersin. Acıkmışsındır, sana bir şeyler getirdim.” Diye ekledi. “Bunlar ne?” diye sordum. Lokanta artıkları dedi. Yüzümü buruşturarak “Daha güzel bir yerde kahvaltı edebiliriz.” Dedim. O ise acı bir gülümseyişle lokantadan aldığı kahvaltı kalıntılarını önüme koydu. Yiyecekleri süzdükten sonra saatime baktım. Sabahın sekizinde gerçekten bozuk para gibi hissediyordum. İhtiyar ara sıra öksürükleri arasında sıkışıp kalıyordu, Ona dönüp “Seni evime misafir etmeliyim. Hem bir şeyler yeriz; hem de giymen için sana güzel giysiler hediye edebilirim.” Dedim. Yüzüme şaşkınca bakıp “Hediye etmek mi?” dedi. Evet demeye kalmadan “Neden bunu yapıyorsun?” dedi. Ben ise uykulu ve kızarmış gözlerimle ihtiyara baktım ve “Sadece yapmak istiyorum.” Diye cevap verdim. “Peki evlat.” Dedi bana. O an ihtiyarı yıllardır tanıdığım hissine kapılmıştım. Sanki yıllardır duyuyordum bu hırıltılı ses tonunu. Bu yüzü yıllardır görür gibi oldum. Güçlükle ayağa kalktım, “Hadi gidelim.” Dedim.

İhtiyarla eve doğru yol alıyorken ona dönüp “Senin hiç çocuğun yok mu? Veya senle ilgilenebilecek herhangi bir…” Sözcüklerim ağzıma tıkandı. “Koştukça düştük, kaybettik tüm sevdiklerimizi demedin mi evlat? Ben de düşünce kalkamadım işte. Hepsi bu. Her şey bundan ibaret…” Diyerek hem sözümü kesti; hem de keskin bir cevap verdi ihtiyar. Sonrasında geçen suskun dakikalar bizi eve vardırmaya yetti.
“İşte bu… Aslında daha sakin, daha sessiz, ahşap ve tek katlı bir ev hayal etmiştim hep öncesinde. Bu gürültülü şehrin sesini bastıramıyorum.” Dedim. Bir apartmanda yaşamak bana göre değildi fakat yaşıyordum işte. Adım adım merdivenlerden çıktık ihtiyarla. O bir hayli nefessiz kalmıştı. Evin karmaşık ve düzensiz olduğu gerçeğini aklıma bile getirmedim. Eve getirdiğim pasaklı bir ihtiyar olunca düzensizlik pek bir şey ifade etmiyordu. Kapıyı açtım ve içeri girdik, ev havasız ve boğuktu. Birçok elbise ve eşya dağılmış, küllük ve içki şişeleri evde fazlasıyla koku yapmıştı. Perdeler de kapalı olduğundan ev karanlıktan nasibini almıştı.

Ben pencereyi açmaya yeltenirken ihtiyardan oturup keyfine bakmasını istedim ve mutfağa yöneldim. Pratik ve lezzetli bir kahvaltı hazırlayıp içeri döndüm. Döndüğümde ihtiyarın dikkatlice ve istekle duvarda asılan gitara baktığını fark ettim. O gitara âşık olduğu bir kadınmış gibi bakıyordu. “Eskiden amatör çalardım, sonra duvara astım ve pek çalmadım.” Dedim. İhtiyar beni duymuyor gibiydi. “Orda mısın?” dedim. Bir anda irkilip kendini toparlayarak yüzüme baktı. “Buradayım evlat.” Dedi.

Oturup birlikte, hazin ve suskun bir kahvaltı ettik. O ise sürekli duvarda asılı kalan gitara bakıp duruyordu. Yemeğini küçük bir çocuk gibi erkenden bitirmişti. “İstersen tıngırdatabilirsin.” Dedim ihtiyara. Suratıma gergin bir şekilde baktı. Başını önüne eğdikten sonra ani bir hareketle ayağa kalkıp gitara yöneldi. Gitarı duvardan narince indirip ellerinin arasına aldı. Işıklı penceremin altındaki tabureye oturup parmaklarını gitarda yüzdürmeye başladı. Notaları duymaya başladığım anda tüm yediklerimi kursağımda hissetmiştim. İhtiyar melodileri o kadar güzel sıralıyordu ki gözlerimi kapadım bir an. Şaşkınlığımı bir kenara atıp ihtiyara iyice kulak verdim. O da gözlerini kapamış; yorgun elleriyle tellerde geziniyordu. Şahane bir müzik ziyafeti verirken yediklerimi bir kenara bırakmıştım. İhtiyarın resitali bittikten sonra onun yüzüne bir cevap bekliyormuşçasına baktım. O Yine suskun kalmayı tercih etti. “Sen mükemmel çalıyorsun. Senden bunu asla beklemiyordum.” Dedim. O ise küçük bir gülümseme ile “Hayat gariptir evlat.” Dedi. Gitarı sımsıkı tutuyordu elinde. “Bu gitar senin olmalı. Zaten seni bekliyormuş gibi asılı duruyordu duvarda. Bence bu enstrüman sana ait.” Dedim. “Bilmem ki evlat.” Dedi. “Gitar zaten seni istiyor.” Dedim. Ardından ben, yemeğimi tamamlayıp masayı toplamaya koyulmuştum. Mutfağa yönelirken ihtiyara “Sana biraz giysi de vermeliyim.” Dedim.

Mutfağa girip önceki günlerden de kalma bir yığın bulaşıkla burun buruna geliyordum. O sıra bu eve uzun zamandır kimsenin gelmediğini; bu ihtiyarın hayatıma uzun zamandan sonra eşlik eden ilk kişi olduğunu idrak ediyordum. Ona seslenip “Biraz daha çay içmek ister misin?” diye sordum. Cevap gelmemişti. Normal karşılayıp içeri gittim. İhtiyar ortalarda gözükmüyordu. Evi taradıktan sonra ihtiyarın evde olmadığını fark etmiştim. O gitmişti. Gitarı da beraberinde götürmüş ve ortalardan kaybolmuştu. Suratımı asmama sebep olmuştu bu durum. Yine de onu mutlu edebildiğim için ben de mutlu olmuştum. Sokağın oksijenine alışmış bir adamı evde alıkoymanın zor olduğunu düşünerek çok fazla dert etmemeye çalıştım. Onu bir daha görmeyi umuyordum.

O gün sadece rüyalara sığınmak geçiyordu hislerimden. Uyku da kapımı çalmıyordu. Bağıra bağıra şarkı söylemek de gelmiyordu içimden. Pencerenin kenarında onlarca sigara yaktım akşam vaktine kadar. Kaldırımdan gelip geçen insanları izledim. Sarı ışıklar ardına büyüyüp kaybolan gölgeleri izledim gece vaktine kadar. Üzerimdeki bir battaniyeyle dört duvar arasını duman altı bir hale çevirmiştim. Sonra yatağıma uzanıp sabaha ulaşmak istedim.

***

Erken uyanmak herkes için berbattı. Kış soğuğunda yatağın sıcak tadı bir hayli çekiciydi. Tembel olmak geçiyordu insanın içinden. Hele ki hayata devam hissi kalpte yer etmedikçe mutlu ve dinç bir şekilde kalkmak çok zordu. Tek bir sigarayla kahvaltımı yaptım ve elbiselerimi usulca giyindim. Benim de gitmem gereken bir işim vardı. Sanki biri çok istiyordu yaşamak gerektiğini, nefes almak gerekiyordu sanki hiç düşünmeden…

Evden ayrılıp sokaktaki ağır adımlarımı başımın eğik görüntüsüyle birleştirdim. Ağır adımlarla sollarken bütün kaldırımları, kafamdan bir ton düşünce geçiyordu. Ya bir şey eksikti, ya da ben fazlalıktım bu dünyada. En kötüsü ise bu iki sorunun arasında sıkışıp kalmaktı. Cevabı bilsem belki bu kadar kötü olmazdı.

İşe tahammül edebilmem bir mucize gibiydi. Ardından mesaimin bitişiyle sokağın gürültüsüne karışmıştım. Akşam vakti yine soğuk, yine yalnız, yine kasvetliydi. Belki tekrar kafa bulup sarhoş olmak istiyordum. Her alkol bir maceranın sonuna yolculukmuş gibiydi. Ve her alkolde yaşamdan biraz daha sıyrılmak… Kendime kötülük etmek istemedim. Kendime yine şans verdim o vakit. Evin yolunu tuttum. Eve yaklaşırken kulaklarıma da bir müzik sesi yaklaşıyordu. Köşeyi döndüğümde derin bir kalabalığın hafiften bir tempo tuttuğunu fark ettim. Duvarın köşesindeki gitarcıyı çevrelemişlerdi. Yaklaştıkça gözlerimi kırpıştırıp, dikkatlice gitarcıyı süzmek zorunda kaldım. Bu oydu. O ihtiyardı. Gözlerini kapamıştı ve derinden sesiyle insanların kalplerini titretiyordu.

Kalabalığın arasına karışıp uzun uzun onu dinledim. Elinde tuttuğu benim gitarımdı ve var olan mutluluğundan ben de biraz pay alabiliyordum. O gözlerini kapatıp çalarken eminim mutlu ve huzurluydu. Önüne koyduğu küçük mendilinden bozuk paraları taşmıştı. Küçük konseri bittikten sonra herkes dağıldı. Karşısında bir tek ben kalmıştım. Kafasını kaldırıp yüzüme baktı. Ben de ona samimi bir gülücük fırlattım. O ise hüzünle karışık mutlulukla yüzüme baktı. “Sağ ol evlat.” Dedi. Eve mutlu bir halle geri dönmüştüm. İhtiyar benim sayemde huzur bulmuştu. Ve bu beni gerçekten mutlu etmişti. Mutlu ederek mutlu olmaktı bendeki.

Peşi sıra gelen bütün günlerde ihtiyarı daha bir mutlu görüyordum. Aynı sokağın köşesinde her geçen gün daha fazla kalabalık vardı. Geçen her günde ihtiyarın dudak çizgisi daha bir eğimleşip yukarı sıyrılıyordu. Yüzündeki huzurlu ifade her geçen gün daha fazla güçleniyordu. Ben genelde ihtiyarı hep uzaktan dinlerdim. Küçük konserlerinden sonra arada bir yanına gider onunla sohbet ederdim. Gözlerinde bana duyduğu sadakati görüyordum. Suskunluğunu kaybetmemişti ama en azından dudakları daha sık titriyordu.

Çevredeki herkes onu çok sevmişti ve akşamları onun gitarıyla neşeleniyordu. İhtiyar yaşadığı hayatın acısını zannedersem neşeli şarkılarla çıkarıyordu. O neşeli şarkılarla gönüllere tesir ediyordu. Herkes, o çalarken mutluydu sanki. Saatler pil değiştirir gibiydi o çalarken. İhtiyar o sokağın sembolü haline gelmişti. Paris için Eiffel neyse o sokak için de ihtiyar o değerdeydi. Başka mahallelerden onu dinlemeye gelenler bile vardı.

Asıl güzel olan şey ise; bir zamanlar sokakların uğultusu altında ezilen ihtiyarın, şimdi bu uğultuları müziğiyle darmadağın etmesiydi. Geçen her günün etkisiyle ihtiyar daha bir gençleşti. Hayata bağladığı birçok ipi olduğunu anlıyordum konuştuğumuz her sohbetinden. Her işten dönüşümde kulaklarımın pasını siliyordu. Ve ben de evime öyle dönüyordum.

Bir gün yine evime gelirken müziğimi duymak için ihtiyarın çaldığı sokağa daldım. Aynı kalabalık yine yerinde duruyordu. Fakat kalabalığa yaklaştıkça artması gereken müzik sesi yerini sessizliğe bırakmıştı. Adımlarımı hızlandırdım. Kalabalığı yarıp duvarın köşesine gözümü çevirdiğimde ihtiyarın yerde, hareketsizce uzandığını gördüm. Gitar ise boynunu bükmüş yerde yatıyordu. O an düşüyor gibiydim; bir uçurumdan, bir gökdelenin en tepesinden… Kocaman bir karanlık kapladı yüreğimi. Hemen ihtiyarın başına üşüştüm. Bir yandan “Ne oldu ona?” diye haykırırken bir yandan da ihtiyarın elbiselerinden çekiştirip vücudunu sarsıyordum. Çevremdekilerin “Kaybettik onu” deyişlerini duymamak istedim. Faydasızdı… Gerçekten nefes almıyordu. İhtiyarın cansız bedeni kaldırımın üzerine süzülmüştü. Beni de kollarımdan tutup uzağa götürmek istediler, izin vermedim.

Hâlbuki çok sevmiştim ben ihtiyarı. O gitar çalan parmaklarını, yüzünden aşağıya uzanan karlı saçlarını, bana içten içe “Evlat.” Deyişini… Ambulans sirenlerini duyuyordum. Fazlasıyla geç kalmışlardı. İhtiyar için her şey geç kalmıştı zaten. İyice yüzüne baktım. Gözlerini bir daha açmayacağı gerçeği, kafama bir balyoz gibi vuruyordu. Yüzündeki ifade dikkatimi çekmişti, sanki gülümseyerek ölmüştü ihtiyar. Huzurlu görünüyordu yüzü. Sanırım ölüm hissi ona mutluluk vermişti. Giderken suratında bir gülümseme bırakmış gibiydi.

***

Pek neşesizdi artık sokak, fazlasıyla sessiz. İhtiyar öldükten sonra rüzgâr, yine uğuldayıp tesirini gösteriyordu. Ne bir armoni, ne de bir melodi… Hiçbiri yoktu. İnsanlar el çırpmıyorlardı. Eşlik edecek bir şeyler çalmıyordu. Asfaltlarda savrulan kağıt ve jelatin parçalarının sürtüşmeleri vardı kulağımızda. Zihnimizde ise ihtiyar… Onun öldüğü gün, gitarı ondan geri almıştım. Fakat bu sefer gitarı yine duvara asmadım. Her gece çaldım, durmadan… İhtiyar için, sevenler için, kaybedenler ve kaybolanlar için. Her akşam ihtiyarın bize bıraktığı o sessiz sokaktan inadına geçtim ve her eve dönüşümde o gitarı durmadan çaldım.

O mutlu olmak ve mutlu etmek için çalardı. O her şeye rağmen gülümseyebilmeyi bilmişti, gülümseyerek ölmüştü elinde çalgısıyla. Koca bir ömrü melodilere kıyaslamıştı ve insanları da mutlu etmeyi başarabilmişti. Ben de onun bıraktığı yerden devam ettim. O Sokaklarda, o insanlara çalmak, hem kendimi hem de yürekleri neşeli kılmak için çaldım. Ömrümüzün güzel sebepleri olsun diye çaldım. Geçmiş için çaldım, geleceğe çaldım. Geleceğimizi çaldım.

Fatih Öztürk

12 Nisan 2010 Pazartesi

Yabancılar


Otobanlar gökkuşağı.
Ağaçlar ise betondan.
Tadı yok yalnızlığın,
Rüzgar yüzüne çarpmadan.

Görebildiğin tek çıkmaz sokak.
Sonuna vardığında acımasız.
Ne bir izmarit, ne bir bira şişesi,
Bir o kadar da yalnız...

Asılı kalır gözlerin.
O miyop caddenin kızlarına.
Topuklu ayakkabılarıyla
Şarkı söyler kulaklarına.

Fatih Öztürk