22 Eylül 2010 Çarşamba

Kavuşmaya Geldim


Gün, her sabahki gibi fazlaca sessiz başlamıştı. Çoktan uyanmış olsa da yataktan henüz kalkmamıştı. Güneş,  pencerenin eşiğinden sıyrılıp, yüzüne bir tokat gibi çarpıyordu. O ise kendi nefes alışverişlerini dinliyor,  saatlerin nasıl geçeceğini hesaplıyordu.

Yüreğinde taşıyamadığı kocaman bir acı ve pişmanlık yatıyordu. Hiçbir şey düşünmek istemedi.  Yatağının kenarına serpilmiş ceketine uzandı eli. Ardından ceketin sağ cebinden bir gül çıkardı. Gülü ellerinin arasına aldı. Uzun uzun bakıyordu bu kan kırmızısı çiçeğe. Sonrasında gözlerini hiç açmayacakmışçasına kapattı. Tüm sessizlikler, ona bir çığlıkmış gibi geliyordu. Telefonun çalışıyla tüm sessizlik bertaraf oldu.  Tiz bir ses, soğuk duvarlarca yankılandı. Adam, ani bir hareketle başucundaki telefona elini attı.

Alo?
Kimsin cevap ver!  

Cevap yoktu. Hemen telefonu kapattı. Her şey yine riske bağımlı hale gelmişti. Çabucak üzerini değiştirip odasının kapısından çıktı ve yangın merdivenlerine doğru var gücüyle koştu.  Motelin dar koridorlarında hızla yol alırken gülü odasında bıraktığı fark etti. Geri dönüp o kırmızı çiçeği almak istese de artık geri dönülmeyeceğini biliyordu. Merdivenlerden inip tenha bir sokağın eşiğine vardığında binanın diğer tarafındaki polis sirenlerini duymaya başlamıştı.

Motelin çevresinden uzaklaşana dek koştu.  Kimsenin olmadığı bir yer aradı ve bulana kadar da adımlarına ara vermedi. Yıkık dökük, etrafını tarlaların çevirdiği bir barakaya yakınlaştıkça adımlarını yavaşlattı.  Polis ışıklarını hala göremese de polis sirenlerini hafiften duyuyordu. Sırtını barakanın duvarına verip toprağa oturdu. Etrafta kimseler yoktu. Bir yandan tedirgin soluklar alırken bir yandan da etrafına bakınıyordu. Endişesi gittikçe artıyordu. İki gündür polislerden kaçıyordu ve yakalanması an meselesiydi. Tüm hayatını terk etmişti. Bir anda her şey değişmişti.

Kendisi, tüm bu düşüncelerin içinde yoğrulurken sakinleşemiyordu. O an gözüne, barakanın çürük kapısının önüne bırakılmış, bir kısmı yırtılmış, bazı sayfaları da kopmuş bir gazete ilişti. Usulca uzanıp gazeteyi aldı ve kendisiyle göz göze geldi. Okuduğu gazetenin üst manşetinde gördü kendi çehresini. Eski bir vesikalık resmiydi bu. “Aldatan sevgiliyi boğarak öldürdü” yazıyordu manşette. Gördüğü şey, bir katil olduğunun resmi bir ifadesiydi. Oysaki hiçbir şey, bir manşeti gazeteye basmak kadar kolay olmamıştı. Ya da bu kadar çabuk…

Aynı evde, birlikte yaşıyorlardı. İki yılı aşkın bir süredir de beraberlerdi. O gün mutlu hissediyordu, çünkü işinden erken çıkmıştı ve patronundan aldığı bir haftalık izniyle sevgilisine güzel bir sürpriz yapacaktı. Kafasında tasarladığı bu sürpriz, onu neşelendirmişti.  Bir çiçekçiye uğradı ve bir demet gül yaptırdı, sonra da evin yolunu tuttu.  Adımları hızlıydı. Evinin kapısına vardığında anahtarlarını cebinden çıkarıp kapıyı yavaşça açtı. İçeri girdi. Bir haftalık tatil biletlerini cebinden çıkarıp sol eline aldı. Sağ elinde ise bir demet gül vardı. Sevgilisine seslendi. Cevap yerine sadece yatak odasından gelen tıkırtıları duyabiliyordu. Odaya yöneldi. Yatak odasının eşiğine vardığında elinde ne varsa düştü, tüm güller yere saçıldı.  Karşısında çırılçıplak bir sevgili ve yabancı bir adam duruyordu. İkisi de telaşın verdiği şaşkınlıkla donakalmıştı.

Elleri titriyordu. Sevgilisinin yüzüne kitlendi gözleri. Bakışlarında isyan ve cevapları acımasızca verilmiş tonlarca soru vardı. Yumruklarını daha önce hiç sıkmadığı kadar sıktı ve saliselere sığan bir hareketle adamın suratına okkalı bir yumruk indirdi. Adam, yumruğun verdiği ağırlıkla yere düştü ve bayıldı. Hareketsizce yerde yatıyordu.  Ardından tekrar sevgilisine döndü. “Neden?” dedi. Her soru, sevgilisi kadar çırılçıplakken bile soruyordu bu soruyu. İnanamadığı için, ya da bunun kötü bir kâbus olduğuna inanmak için soruyordu.  Başını öne eğmiş sevgiliden gelmeyen cevap için aynı soru, daha sert bir şekilde tekrarlanıyordu. “Neden, neden, neden, neden?

 Aşk, bir cehenneme dönüşüyordu. Her duygu, önüne geçilmez bir nefret anı olmuştu. Usulca sevgilisine sokuldu. Avuçlarını onun boğazına doladı ve onu nefessiz bırakana dek durmadı. Şimdi elleri, sevgilisinin boynunda bir sarmaşık gibiydi. Sessiz çığlıkların ardındaki aşk, artık bir cinayete dönüşmüştü. Gözleri, hala sevgilisinin gözlerine ivmeliydi.

Duvarlar sıkışmaya başlamıştı. Her dakika üzerine geliyordu. Vücudunun her azası, istisnasızca titrerken kolları ağırlaşmaya başlamıştı. Aniden ellerini sevgilisinin boynundan çekti, fakat sevgilisinin cansız ve çırılçıplak vücudundan gözlerini ayıramıyordu. Üşümeye başlamıştı.  Hızlı adımlarla odadan çıktı. Koridorun duvarına yaslandı. Eve dönerken aldığı bütün güller, şimdi ayaklarının altında ezilip dümdüz oluyordu. Yere eğildi ve demetinden ayrılan bir gülü eline aldı. Uzun uzun baktı gülün kırmızı yapraklarına. Elleri sımsıkıydı. Avucu ise kanamaya başlamıştı. Sonrasında elindeki gülü ceketinin sağ cebine koydu. Ardından gözlerini kapayıp tüm bunların gerçekten bir kâbus olduğunu hayal etti.

Sarsılıyordu,  yüksek bir ses, ona “uyan!” diyordu.  Gözlerini açtığı anda onu uyandırmaya çalışan ihtiyarla göz göze geldi. Sonra elindeki gazeteyi gördü. Ardından da manşeti…
Beyninde hem ihtiyarın, hem de kendisinin “Sen kimsin?” soruları yankılanıyordu. Cevap veremedi.  Elindeki gazeteyi kenara koydu. “Ben…” dedi.

Uyuyakalmışım. Buralarda biraz gezintiye çıkmıştım.” Dedi. Ardından ayağa kalktı. Ayılma çabası içerisindeydi. İhtiyar ise bir süre onu süzdükten sonra “Ben de bu tarlanın çiftçisiyim. Yolun ne tarafa?” dedi.

    Buradan bir hayli uzağa…  Rahatsız etmedim umarım?
Estağfurullah evlat. Ne rahatsızlığı, sadece şaşırdım biraz. Buralarda böyle pek gezilmez de…
    Yolumun üstüydü, biraz yürümek istedim. Sağ ol amca.
Ne demek evlat…
    Müsaadenle yoluma devam edeyim. Şu gazeteyi de alabilir miyim?
Tabii ki. Keyfine bak,  sağlıcakla kal.

Eline aldığı gazetenin üst manşetini yırtıp cebine koydu. Geriye kalanı ise yere fırlattı. Otobana doğru yürümeye başlamıştı. Akşamın karanlığı yavaş yavaş gündüzün üzerine örtülüyordu. O ise ne yapacağını, hangi yöne gideceğini bilmeyerek otobanın bir kenarında saatlerce yürüdü. Ara sıra kendini bir arabanın önüne atmak istedi. Fakat beceremedi. Bir süre daha yürüdükten sonra şehrin kalabalık ve merkezi bir yerine geldiğini fark etti. Otobanı daha fazla takip etmeyerek şehrin caddelerinden birine girdi ve caddelerce bir pansiyon aradı. Ardından konaklamak için sadece oteller olduğunu fark etti. Böylesine kalabalık ve ışıkların parladığı bir yerde pansiyon bulmak imkansızdı.

Dışarıda kalmak daha riskliydi. Bu yüzden bulabildiği en küçük otele girmiş ve kimlik bildirimi yapmadan bir oda almayı başarabilmişti. Her şey yine riske bağımlı hale gelmişti. En yakın zamanda bu şehirden ayrılmanın yollarını bulmalıydı. Sessizlikle dolu odasına girdi ve hemen yatağa uzandı. Her şey hâlâ bir kâbusa benziyordu. Kafasının içinde cinayetler işleniyor, çığlıklar kopuyordu. Bir anda bu kadar şey nasıl değişebilir, her şey, nasıl bu kadar çabuk kararabilirdi merak ediyordu.

Tüm bunları düşünürken sabahtan beri hiç bir şey yemediğinin farkına vardı. Zerre kadar iştahı olmasa da yemek yemek zorunda olduğunu biliyordu. Elini telefona uzatıp resepsiyonu aradı. Oda servisi isteyecekti.  Tam dudaklarını titretmeye başlamıştı ki lobiye gelen polislerin sesi, telefondan kulağına ulaşmıştı. Telsiz seslerini net duyabiliyordu. Aniden telefonu kapattı. “Kahretsin.” Dedi. Aniden yatağından kalktı ve hızlıca odayı terk etti.

Bu sefer daha büyük bir koridorda koşmaya başlamıştı. Ve yine çıkar yol, yangın merdivenleriydi. Fakat yangın çıkışı bu sefer kapalıydı. Otelin merdivenlerine yönelirken peşine iki polis takıldı. Göz göze bir takip başlamıştı. Çatıya çıkarsa belki bir şansı olabilecekti. Bu yüzden bütün merdivenleri tüketiyordu ve polislerin dur ihtarına uymuyordu.   İki polisten biri, telsizle diğer polisleri de çatıya yönlendirdi

O ise tüm merdivenleri bitirmişti. Çatıya vardığında kaçabilecek hiçbir yeri olmadığını fark etti. Etrafındaki bütün diğer binalar, kendisine pek fazla uzaktı. Vücudu hafiflemeye başlamıştı.
Koca şehir, gözünde bir ışık huzmesi halini aldı. Rüzgâr, kendisini sağa sola itiyordu.
O an, zihninde çalkalanan bütün düşünceler, hareketsiz bir hale gelmişti. Gözleri buz tuttu.
Artık acele etmiyordu. Çatının en kenar noktasına doğru usulca yürüdü. Polisler en tepeye vardıklarında tabancalarıyla ona doğru koştular. O ise çoktan binanın son çizgisine varmıştı.
Ve fark etmişti;  zaten bir çıkar yol olmadığını…

“Dur” dediler tekrardan, silahlarını indirmişlerdi.

Neden duracakmışım?
Ölümün bir çözüm olmadığını bilmelisin.
Peki ya parmaklıkların ardında yitik bir yaşam?
Kodeste nefes alan cinai, aldatılmış bir âşık…
Her gün öleceğime bir kere öleyim değil mi?

Bir sessizlik olmuştu. Ucuz bir intiharın en keskin anlarıydı. Azrail, kaçan her bir saniyeyi kollarken adam kendini binanın en uç tepesinden aşağıya bırakmadan önce gözlerini çakılacağı asfalta mıhladı.
Sonra da gökyüzüne baktı.

Fısıldadı: “Kavuşmaya geldim.”
Ve kendini bıraktı…




Fatih Öztürk

11 Eylül 2010 Cumartesi

Bekleyiş


Yüreğimde bir Boğaziçi var.
Öyle ya kalbim iki yakaya ayrık şimdi.
İstanbul' un kapısında kalmışken yalnızlığım;
Ben bu şehrin çıkışında bekliyorum seni.
Dönmezsin bilirim.
Saçların kadar uzundur sevgisizliğin.
Ellerin kadar küçük...
Beni bozuk para gibi harcayışın,
Bedenimi benden çalıp soğuk bir yatakta bırakışın..
Bak gördün mü?
Gitmiyor zaman ileriye doğru.
Bir kış akşamında ikiye ayırdın ya kalbimi.
İşte yine kış geliyor.
Bak..
Yırttığım takvim yapraklarını geriye yapıştırıyorum.
Sabaha dek kurşunlasam da geçmişimi,
Namluyu sana değil hep kendime çeviriyorum.
Unutamıyorum,
Seni unuttuğumu hatırlayamıyorum.
Ve Bekliyorum..
Bu şehrin çıkışında;
Sen ölmeden önce, 
Ben öldükten sonra.
Ecelimle bekliyorum seni. 


Fatih Öztürk.