4 Kasım 2009 Çarşamba

Bu Kadar Yüksekten Atlarsan Ölürsün.


Saate baktı. Akrep sabaha karşı 4e doğru ilerliyordu. Vucudu titriyordu ince ince. Çıplak uyumaya alışkın olmadığı için gözlerinin üstünü örtemiyordu. Tek kişilik bir battaniyeyi hem kendisinin, hem de sevgilisinin üstüne yaymaya çalıştı. Bu gece kaybettiği ve kaybedeceği şeyleri düşündü. Tavanın kapladığı siyah boşluğa takıldı bir süre.

"Uyudun mu?" dedi. Cevap gelmemişti. Sonrasında sevgilisinin sağır nefes alışverişlerini farkettiğinde sadece kendisinin uyanık olduğunu anladı. Şimdi başka bir hayatın cebinde nefes alıyordu kendisi.
Geçirdiği saatlerden sonra pek hali ve enerjisi kalmasa da uyuyamayacağını farketti. Işığı kapatalı dokuz dakika geçmişti ki gözlerindeki zifiri karanlık yerini loş ışıklara bıraktı. Şimdi sevgilisinin silüetini görebiliyordu. Ona dokunmak istedi. Bir an için elini onun çıplak sırtına iliştirmek istedi ancak bunu yapmadı. Hep korkardı dokunmaya. Şimdi tereddütleri yoktu ama sevgilisinin ruhuna kilometreleri vardı. Uzak mesafelere değer verirdi. Bu kadar yakın olmaya alışamasa da çoktan kaybedivermişti mesafeleri. Bu gece kaybetti yoksunluğunu. Bu gece kaybetti ruhunun bir parçasını.
Bir süre sevgilisini izledi. Onun aldığı nefesleri saydı ve sarılmak için başka şeyler aradı. Siyah boşluğa takıldığından beri hafiften nefes alamadığını farketti.
Düşünmemeliydi; zira kendisi için düşünmek çok tehlikeliydi.

Ayaklarını yere doğru indirdi ve uzandığı yatağın köşesine oturdu. Odada herşeyi rahatça görebilmeye başlamıştı. Gözü, komitinin üzerinde duran sigara paketine çarptı. Çakmak ise sigaranın yanında tebessüm ediyordu. Biraz ciğerlerini yakmak istedi. Elini sigaraya uzattığı gibi geri çekmesi de bir oldu. Yine korkmuyordu. Yine mesafeler değerliydi. Uzun zaman olmuştu içmeyeli. Zaten zehirlenmek istese de parası yetmiyordu. Pahalıydı ölüme gitmek, pahalıydı kendini zehirlemek.
Odaya biraz olsun ışık yayan pencereye doğru baktı. Ayağa kalktı ve yabancı bir dört duvarın geceleri nasıl göründüğüne dikkat çekti gözleri. Evinden çok uzakta titreyerek uyumanın ne demek olduğunu şu an sadece kendisi bilebilirdi. Evinden çok uzakta, yoksunca...

Ne kadar inceydi oysa ki hayattaki çizgiler. Dakikaların alıp götürdüğü zaman ikiye bölmüştü onun hayatını. Saniyeler öncesi ve sonrası...
Pencereden dışarıya doğru iliştirdi gözlerini. Sokak ışıklarını birleştirip resimler çizdi zihninde. Duvarlara ve kaldırımlara vuran gölgelerin içine baktı. Hala titremekteydi. Düşüyormuş gibi hissediyordu. Bir binanın tepesinden. Belki de bu pencerenin sonbahar gününde soyunmuş bir ağaca baktığı taraftan. Ya da uçurumun en ücra köşesi... Neresi olursa olsun düşüyormuş gibiydi.
Odada dolaşmaya kalkınca aynayla çarpıştı bu sefer gözleri. Kendisinin tamamen çıplak olduğunu görünce utandı. Böyle üryan bir halde yabancı bir dört duvar... Şimdi gerçekten üşümüştü.
Hemen giyinmeye yeltendi. Elbiseleri üzerine serpiştirirken yüzündeki ifade bir mahkemenin acı duvarlarını anımsatıyordu. Giyinirken masanın üzerinde duran araba anahtarlarına kitlendi bakışları. Babasından kalma 69 model siyah ve paslı chevelle... Ölen babasını hatırlattığı için bu araba hala paslıydı. Arabanın anahtarlarını bir çırpıda cebine attı. Oda giderek küçülmeye başlamıştı. Nefes almak zaman geçtikçe daha güç hale gelmekteydi. Kapıya yönelmeden sevgilisine baktı. Hala mışıl mışıl uyuyordu. Battaniyeyi alıp onun açılan bedenini usulca örttü. Onun nefes alışverişlerini dikkatle dinlemek için gözlerini kapadı. Bu sayede kalp atışlarını bile hissetti. Onu öpmek geçiyordu içinden ama öpmedi. Damarlarından kan yerine acı geçmeye başlamıştı. Kulağındaki gürültüler iyice yükseliyordu. Hızlıca odadan savurdu kendini. Koridordan hızlı adımlarla ilerledi. Apartman kapısını açıp dışarı çıkması pek kolay olmadı. Şimdi soğuk rüzgar mimikleriyle sevişmeye başlamıştı. Bu yüzden gülümsedi. Gülümsemesi gerekti...
Arabasına doğru koşarken ne için acele ettiğini bilmiyordu. Bacaklarının ardından savrulan paltosu, kestirilmesi gereken uzun ve dağınık saçları, yüzünün en çukurunda sımsıkı tuttuğu gözleri... Hepsi bir savaş veriyordu bu ısrarcı soğuğa karşı. Büyük bir kasvetle arabasına bindi. Nereye gideceğini bilmezken şiddetle gaza bastı.

Gözleri kısık bir halde arabayı sürmeye başladı. Tenha bir yola sevketti chevelleyi.. Sonu gözükmeyen bir düz çizgi, çizginin sağına ve soluna serpiştirilen turuncu güz yaprakları... Gecenin bir vakti onlar siyah gözükse de turuncu bir hüzün birikintisiydi hepsi. Böyle bir tabloya benziyordu yol. Sürdü sürdü ve sürdü. Gaza fevrice basıyordu. Titreyen ellerini direksiyonla birleştirince vucudu daha bir sarsıntılı hale geldi.
Düşünüyordu yine. Tehlikeli işti bu. Zaten arabayı sürerken kafasında dönen filmin metrajı kopmuştu. Deviri arttırdı ve gazı kökledi. Çok sesli bir tantana içinde olsa da birşeylerin eksik olduğunu farketti. Elini radyoya uzattı hızlıca. FM barı üzerinde gidip gelirken parazitlerden sıyrıldı ve melodilere ulaştı. Hazin bir mfö parçasıydı bu. "Ah bu ben" diyordu Mazhar Alanson. Gürültülü motor sesleri arasından müziği seçebiliyordu. Eliyordu her melodiyi bu yıkım içerisinden.

Kendini kaybettiriyordu bu yabancı semte. Kaybolmak isterken burnuna nefis bir deniz kokusu dokundu. Yavaşlattı arabasını. Şimdi müziği daha rahat seçebiliyordu. Burnuna ulaşan bu deniz kokusunu takip etmeye çalıştı. Virajların ötesindeki sahil ışıklarını farketti. Rotası tamamen belli olmuştu. Tekerlekler onu denizin hiddetli dalgalarına götürürken kendisi gözlerinin sabit bir noktaya dalmasından şikayetçiydi. Böyle tenha bir yolda ölmek istemezdi. Son aldığı virajdan itibaren bir hayli sürdü arabasını. Işığa yaklaşmıştı. Yolun sonuna yaklaştığında simsiyah mavi ona göz kırpıyordu. Arabasını rüzgarın en sert estiği yere park etti ve arabadan hızlıca indi. İndiğinde buranın bir sahil değil, denize uçurum bir tepe olduğunu farketti. Olsun dedi içinden. "Dokunmasam da severim ben seni." dedi. Sonra aynı cümleyi kollarını gökkübbeye kaldırıp haykırarak tekrarladı. Bu uçurumu aydınlatan kocaman bir ışık; uçuruma tutunmuş tertemiz bir örtüydü deniz. Kapısı açık bir arabadan seslenen ince melodiler vardı kulağında. Bir de bilmediği çığlıklar...

Işığın altına yerleşen bir kelebek gibi hissetti kendisini. Ardından derin uykularda koşan sevgilisi seslendi ona. O daha erken gelmişti bu denize. Daha erkenden... Şimdi ne kadar uzaksa o kadar yakındı sevgilisine.
"Gel" dedi deniz. Çığırıyordu gel diye. Adım adım uçuruma yaklaştı. En köşesine gelmişti uçurumun. Rüzgar suretine acımasızca vuruyordu. Aşşağıya baktı. Hırçın dalgalar küçük çaplı batık kayaları boğuyordu . Ayak tabanlarının altında uçuruma küs toprak parçaları vardı. Ama o bunu pek umursamadı. Ölüme yakın hissediyordu kendisini.
"Gel" diyordu derya. "Gel" diyordu deniz. Simsiyah mavinin içindeki girdaba bakıyordu. "Bu kadar yüksekten atlarsan ölürsün." dedi kendisine. Oysa denizin en dalgalı yerinden bağırıyordu sevgilisi.
Sevgilisinin çığlıklarını durağan bakışlarına ithaf etti. Öylece bakakaldı ona. " Bu kadar yüksekten atlarsan ölürsün. "

Gökyüzünde ufalamak istemişti ruhunun her parçasını. Düşerdi o kadar yüksekten atlarsa. Düşer kaybolurdu çığlıklara yaklaşırsa. Yükselemezdi gökkubeye. Bu yüzden gözleriyle boğdu sevgilisini. O derin rüyalarının birindeyken gözleriyle boğdu onu. Öldürdü acımasızca. Hayallerini uçurum kenarlarında bırakıp gitmek istemedi. Öldürdü... " Bu kadar yüksekten atlarsan ölürsün. " dedi yine. Sayıkladı bunu defalarca.
Şimdi bir çığlık kopmuyordu denizde. Girdabın vadettiği dalgalar sert bakışlı kayalara çarptı durdu. Sevgilisinin boğulduğu yere takıldı gözleri. Saatine bakamadı bu yüzden. Zaten az sonra güneş doğacaktı. Güneşin doğacağını umdu. Az kalmıştı. Bekledi. Sevgilisinin canını kaybettiği yere bakarak bekledi.

Hala bekliyordu. Korkularla çevreledi yüreğini. Uçurumun en kenarında bir parıltı bekledi ufuktan. Şimdi güneş doğmalıydı. Gözleri kamaşmalıydı çoktan. Bakabildi bu sefer saatine. Vakit çoktan geçmişti. Güneş bu vakte kadar kendisini göstermeliydi. Olmuyordu umduğu şey. Hala cirit atıyordu yıldızlar gökyüzünde. Ay hala sertçe bakıyordu suratına. Daha çok titriyordu şimdi. Dünya hızla dönmeye başlamıştı. Burnu kanamaya başladı. Soğuktan dimdik olan tüyleri tenine battı. Yine nefes alamıyordu. " Bu kadar yüksekten atlarsan ölürsün. " dedi. Ve atladı.
Hesapsızca çarptı vucudu kayalıklara. Sert kayalar bedenini parçaladı. Denizin kucağına postalıyordu kendisini. Kalan parçalarıyla sevgilisinin boğulduğu yere sürüklendi. Sevgilisini öldürdüğü yere gidip birdaha nefes almamak adına dibe battı. Diplerde onu bulmak için kendisinde kalan son nefeslerini tüketiyordu. Siyah bir boşlukta kendisi gibi parçalanmış bir vucudu arıyordu. Buldu onu. Buldu gözleriyle öldürdüğü sevgilisini.
Elini sımsıkı tuttu. Deryanın en kara kısmında son nefesini sevgilisinin elini tutarak verdi. Öyle boğdu kendini.

Herşey şimdi kapkara olmuştu. Hiçbirşey göremedi. Bulunduğu yerde sıkışmıştı. Acı bir irkilişten sonra kurtuldu karanlıktan. Fırladı yatağından. Tek kişilik battaniye savruldu odanın ortasına. Kocaman bir kabusun kapkara eşiğinden sıyrılmıştı. Kendisine baktı. Çırılçıplaktı. Ardından etrafına baktı merakla. Üzerine üzerine gelip onu sıkıştıran odaydı bu. Ama bu sefer yerli yerinde duruyordu herşey. Rahat nefes alabildiğini farketti.
Kabus sonrası attığı çığlık, sevgilisini uyandırmıştı. "Ne oluyor. İyi misin?" diye sordu sevgilisi. "Kötü bir rüya." dedi sadece. "Önemli değil." dedi. Fırlayan battaniyeyi yerden çekip aldı ve hem kendisinin, hem de sevgilisinin üstüne örttü. Dokundu, sımsıkı sarıldı sevgilisine. Gözlerini huzurla yumdu hafifçe.

Onlar uykuya daldıkça odanın perdeleri güneşi içine çekiyordu. Parıldıyordu kumaş. Güneş tepelerin ardında ilk sözlerini söylüyordu yerküreye. Aydınlanıyordu herşey içten içe. Güneş doğuyordu bu sefer.

Fatih Öztürk

12 Ekim 2009 Pazartesi

Tuhaf


Tuhaf bir çocuktum ben.
Ben hatırlamasam da anlatırlar birçok kez ölümden dönüşlerimi.
Annemin eteğini çekiştirir ağlardım; "Neden beni hep ağlatıyorlar." diye.
O zaman beni arasaydınız bulamazdınız. İtilip kakılıyorumdur herhangi sokağın birinde.
Beni oyunlarından kovup istemeyen çocuklardan kaçardım.
Sokak sokak dolaşıp oyun arar; kimseyle anlaşamayınca tabureme oturur yüzümü saklardım.

Garip bir çocuktum ben.
İlk sefer duvarlara çizmeye başladım resimleri. Alışamamıştım kağıtlara.
Paylaşmazdım bisküvilerimi. Sadece paylaşabilecek tek bir kişiyi beklerdim.
O kişi gelmeyince de bisküvilerimden hiç yemezdim. O kişinin kim olduğunu hala bilmiyorum.
Hiç görmedim...

Dedim ya, garip bir çocuktum ben.
Karanlıkta oturmayı çok severdim.
Geceleri kocaman kahkalar duyar; bana seslenenlerle konuşur dertleşirdim.
Aslında onları da hiç görmedim.
Küçükken sizin o çok sevdiğiniz marioyu sevmeyip; ateri kasetlerinden silerdim.
Kaybolmak ve bulunmamak isterdim bazen, küçücük ayaklarımla nereye gideceğimi bilmeyerek.

Tuhaftır ya,
Misket biriktirirdim ama oynamak istemezdim. 20'likler, 100'lükler...
Doldururdum hepsini hayal dolu çantama, sakınırdım topraktan, çimden, betondan...
Kırılmış camlara sürterdim ellerimi. Bilerek ellerimi kanatır, sonra da ağlardım.
Oyuncaklar isterdim ama aldıktan sonra hiçbirini sevmedim.
Ağaçlara çıktığımda izlediğim gökyüzüne el sallar; bir ağaç evim olsun diye sayıklardım.

Tuhaf bir velettim ben.
Daha çok küçükken büyümek istemediğimi söyledim. Dinlemedi hayat beni.
Yüzümdeki darbe izlerini sorduklarında suçu kapılara, zeminlere yükledim.
Okuldan çıktığımda eve gitmek istemezdim.
Ödevim var diye kaptığım parayı elma şekerine verir; yapış yapış ellerimle sokakta beklerdim.
Küçükken ilk kez birini sevdim. Sevdikten sonra onu hiç görmedim. Göremedim.

Garip olması gereken bir çocuktum ben.
Uyumadan önce her gece, babamın bağırışlarını ninni diye nitelerdim.
Haykırışlarını şiddetinin yanında yatağıma yastık, kulaklarıma masal diye misal ettim.
Ben alıştım ellerim daha küçücükken günboyu mesai yapmaya.
Düşünmek için vakit ayırmaya daha küçücükken başladım.

Garip bir çocuktum,
Salak olmaya alıştım. Dalga geçilip aşağılanmaya...
Parmakla gösterilirken ben, kendimi sizler gibi hissetmemeye alıştım.
Kartonlardan, kağıtlardan maketler; kendime çizgi kahramanlar yaptım.
Geceleri onlar ile uyuyup onlar ile kalktım. Olmayınca arkadaşım, dost diye onları saydım.
Okulumdaki sırama bile götürdüm onları. Dalga geçtiler, yırttılar hepsini. Zar zor nefes aldım.

Sonra büyüdüm...
Yıldızlara ulaşmaya çalıştım hep.
Düşüncelerde boğulmamaya, bir ruh hastası olmamaya çalıştım.
4 Duvar arasına hapsolmamaya gayret ettim, güneşi aydan daha çok sevmek istedim onlar gibi.
Olmadı. Beceremedim...
Herkes yağmurdan kaçarken ben yine yağmurda ıslanmak istedim sırılsıklam.

Hala tuhaf biriyim ben.
Uyumaya çalışırım geceleri. Beni rahat bırakmayan karabasanımı bile özlerim o gelmeyince.
Vakit geçmek bilmeyince yelkovanı çeviririm. Akreple oynarım.
Takvim yapraklarına gözyaşlarımı dökdükten sonra yırtarım.
Hala garip biriyim ben,
Çizgilerde tadarım acımasızlığı, sayfalara suç atarım.
Ben sinirlenince beyazları karalarım.
Titrek ellerimi notalara basa basa sakinleştirir, damarlarımdaki kanı melodilerle akıtırım.
Sabaha karşı bestelerimi gökyüzüne fırlatırım. Belki birisi duyup gülümser diye...

Garip biriyim.
Geceleri soğuktan değil, yalnızlıktan titremeye alışığım.
Aynaya baktığımda, "ben kimim?" sorusunu sorduğumda cevapsız kalmaya alıştım.
Alıştım ellerim cebimde sokaklarda saatlerce dolaşmaya.
Alıştım hayallerimde nefes almaya, rüyalarıma sığınmaya.
Alıştım terkedilip yarı yolda bırakılmaya. Ben aldanmaya alıştım.

Tuhaf biriyim ben.
Bana bahşedilen bu tekillikle, yalnızlıkla öyle bir sevdim ki fırtınalar koptu.
Sevdim ki bütünleşmek istedim. Nasıl seviyorsam ben de o kadarını istedim.
Geleceğin mektuplarını tek bir kalemle iki kişi yazsın istedim tanrıya.
Ruhumun eksik olan parçalarına koymak istedim seni. Doldurmak istedim.
Öyle sarılmak istedim ki hiç bitmesin. Öyle dursun zaman. Öyle kalalım istedim.
Meğer ki ben fazla sevmişim hep. Yalnız bir şiirmişim.
Gönderilmeyen, sadece yalnızlığa yazılan, çaresiz bir şiir...

Kimim ki ben? Yine soruyorum...
Şimdi her bir dakikaya küfrü basıyorum. Zincirlerle esaret edildim sanki bu 4 duvara.
Zincirlendim sanki yalnızlığa, kağıtlara, melodilere.
Nefret ediyorum kendimden her geçen saniye.
Ben tuhaf, dünya tuhaf, zaman tuhaf, herşey bir enteresan, bir garip...
Dayanılmaz... Dayanamıyorum.

Fatih Öztürk

1 Ekim 2009 Perşembe

Bedenin Yanarsa Vakit Tutuşur.


Ölüm kokuyor suskun dudakların.
Yüzüm yüzüne her eriştiğinde,
Lezzetli bir ölüm tadı.
Ben uzanmak isterken ebediyete,
İstiyorum ki bitsin son duraklarım.

Kan döküyorum korkularımdan.
Bu ithafın bile bir tereddütü,
Her harfin bir kuşkusu var.
Sen ki ufuk çizgisinde,
Küçük bir karanlık oluverirsen.
Geceler beni vicdansızca boğar.

Kısık gözlerinde kocaman oluverir miyim?
Sığar mıyım ciğerine dumanlar gibi?
Dokunabilir miyim sigaranın ucuna?
Sarhoş edebilir miyim ben de seni?

Buğulanır mı bana dokunan ellerin?
Uzansam yanına farkeder misin beni?
Gözlerime baksan görür müsün kendini?
Ellerin bedenimin kamçısı;
Kilometrelerin acısını semadan çıkarmak gibi.
Bulutlar elbisen, yıldızlar ise yüzünün bir parçası.

Kanatırsın dizlerini. Hızlıca koşma sakın.
Sen döndürme, çevirme yelkovanını.
Saatler uyusun sessizce.
Takvimler zaten oldukça şaşkın.. Bilmezsin,
Cam kadar; bir pencere kadar şeffaftır aşkın.
Görüpte uzanamamak;
Uzansan da başını çarpıp kanatmak.
Yitirmek bilinci birçok kez;
Dalgalı bir ateş denizinde donakalmak.

Köprüler, kıtalar, uzun soluklu asi yollar...
Otobüsüm geldiğinde esip titretiyor soğuk rüzgar...
Ardımda bıraktığım, tanışmadığım caddeler ve sokaklar.
Ayakkabılarım sürtüne sürtüne,
Sıcak tabanlarımla aşardım bildiğim soğuk yolları.
Şimdi ben koşuyorum...
Önceden bakarken İstanbul' un gözlerine;
Şimdi ben bilmediğim İstanbul' un tenini okşuyorum.


Fatih Öztürk

2 Eylül 2009 Çarşamba

İşte Öyle


Henüz taşlaşmadı kalbim.
İçime döktüğünüz çimento henüz kurumadı.
Hadi! Çok geçmeden dokundur parmaklarını.
Bari sen adını yaz. Öyle kurusun.

Güneş gölgeler için doğup bana çevirir yüzünü.
Ben ki yüzümü ona çeviremedim.
Bakmaya çalıştıkça acıdan kamaşıyor gözlerim.
Sakın sen de deneme, gözlerin öyle kalsın.

Seni hissettikçe kar yağıyor saçlarıma,
Aynaya bakakalıp daha bir içlenirim.
Bembeyaz ruhum, vucudumla tir tir titrerim.
Dokunma bedenime, bırak öyle dursun.

Fatih Öztürk

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Sayenizde.




Hepsi senin yüzünden, hepsi...
Yıldızlarımı gökyüzümden sen çaldın,
Beni cümlelerle zincirli bıraktın acımasızca,
Şimdi yürüyemem, kilitliyim satırlara;
Bir de ayağımda sana uzanan gümüş renkte bir pranga.


Hepsi senin yüzünden...
Sabahlar arzuyla beni bekler hep,
Gökyüzüne güneşi kaldıran yorgun beni.
Sen uykunda sökerken nice şafakları,
Ben yırtık kalbime yeni kumaşlar dokuyorum şimdi.

Hepsi senin yüzünden....
Bu his, bu paçavra şiir, bu koku, bu ağrı...
Vardiyalı gecelerin kapanmayan ıssız gözkapakları,
Elektriğini kestiğin kentimin kalabalık ıssız sokakları.
Hepsii...
Beni terkederken kurşunladığın beyaz kanatlarım.
Senin sayende, Senin yüzünden hepsi...

Fatih Öztürk

22 Mart 2009 Pazar

Düş Gezgininin Çaresizlik Mektebi.


Ben dersime iyi çalıştım...
Sen benim gibi karanlık bir cümlenin içinde,
Renkli olarak sıralanan kelimelersin.
Sen bende saklı olan, sürekli, acı dolu gizli öznesin.
Yirmidört saatin her bir dakikasına yayılan fiilimsin.
Benim içimde benden başka varolan tek zamirimsin.

Ben dersime iyi çalıştım...
Benim hacimim o kadar küçük olduğu halde,
Benim içerime tonlarca yük yükleyip,
Fiziki olarak imkansızı başarabilensin.
Sen ki benim ağırlık noktamı hesaplamayıp,
Beni birçok kez düşürüp kırdığın halde, kuvvetimi isteyensin.

Ben dersime iyi çalıştım...
Sen beni aniden ısıtıp, katı iken sıvıya çeviren,
Ardından yeniden soğutup yeniden eritebilensin.
Bilirmisinki tüm vucut kimyam, tüm biyolojim sensin,
Ancak sen yinede beni elementlerime ayırabilen,
Hücrelerimle bir kobay misali zalimce oynayabilensin.

Ben dersime iyi çalıştım...
Sen, verdiğim değerlerden alınan negatif sonuç,
Ne kadar büyük olsamda beni sıfır ile çarpabilensin.
Kendimi günden güne bitirip türevimi almaya çalışsamda,
Sen beni hep olduğum yerde bırakan integralimsin.

Ben dersime iyi çalıştım...
Sen ruh topraklarımın bütün yüzölçümündesin,
365 günümün tek ayı, tek bir mevsimisin...
Sen ki benim bedenimi bir anda soğutup,
Kalbimin nemini tamamen arttıran,
Ardından gözlerimden bedenime sırılsıklam yağan,
Beni yağmura aşık eden iklimimsin.
Sen benim poyrazım, karayelimsin...

Ben dersime iyi çalıştım...
Sen ki benim gibi bir filozofu paronayak hale getiren olgu,
Hudutlarına asla yaklaşmadığım etiksin.
Sen varolup beni çılgına çeviren,
Arayıpda sürekli cevabını bulamadığım,
İçimde yığınla birikip beni dahada ağırlaştıran felsefemsin.

Ben dersime iyi çalıştım...
Romantizm akımıyla nehirlerinde sürüklenirken ben,
Aniden bir şelale ile bütün satırlarımı yırtan,
Beni aniden suyun içinde boğan realist sensin.
Sen ki Ahmet Haşim'in merdiveni,
Yada benim için Atilla İlhan'ın mecburiyetisin.

Ben dersime iyi çalıştım...
Sen tarihle yaptığım anlaşmanın tek maddesisin,
Yüreğimde verdiğim ağır savaşın ana sebebisin.
Ağır yenilgiyle sonuçlanan harbin ardından,
Üzerimdeki emperyalist baskı,
Beni günden güne sömüren tek ülkesin.
Sen benim için hep tekerrürden ibaretsin.

Fatih Öztürk

20 Mart 2009 Cuma

Çizgiler.


Ben Çizgilerde Tattım Hep Acımasızlığı,
Sadakatsizliği Resimlerde Buldum.
Koştum Ama Uçurumlara...
Ben Uçurumları Çizdim Hep.

Ben Ölebilme İhtimallerini Resmettim.
Mutlulukla Çizdim Ölümü,
Emeklerimi Şehir Çöplüklerinde Buldum.
Ardından Çöplükleri Çizdim...

Ben Sizi Çizdim Sandım Hep,
Şimdi Anlıyorum Aslında...
Çizdiğim Hep Benmişim,
Ben Hep Kendimi Çizmişim.



Fatih Öztürk

29 Ocak 2009 Perşembe

Issız Gecenin Dar Dakikaları ve Çaresizlik.



00:04 Yalnız başıma tenha bir odada yaşam savaşı veriyorum yıllarca.


Artık korkmuyorum eskisi gibi...Zifiri bir gecenin bedeniyle sabaha çıkıyorum hep aynı yatakda.
4 duvara benziyor başımı koyduğum bütün yastıklar.Sabaha kadar hep ama hep aynı kabus.Hep aynı rüya.
Her gece mutlu bir sonla bitmeyen farklı bir film tavanda.Her sabah hayata yeniden bir göz açış.Tekrar üzüntülü bir "merhaba". Ve yeniden bir beddua.
Sırf yaşama inat bir tebessüm ile son nefesimi solumak istiyorum tam burada.Bu battaniyenin altında !
Sonra kaşlarım çatık bir halde içimi döküyorum kağıtlara hep aynı köşede , aynı duvar kenarında.
Giderken pencerenin camında bıraktığın "Hoşcakal" , her yağmurun ardından tekrar penceremde buğulanmakda.
Şimdi ağzıma bıçak vursanda açılmaz haldeyim insanlardan kalan anılara..Sadece bakıyorum onlara, hiç bir anlam yüklemeden.
Anılar ise bana birçok şeyi anlatmaya çabalıyorlar.Çığlık atıyorlar derinden. " Hepsi bırakıp gitti" diye sayıklıyorlar..." Sadece biz kaldık " diyip fısıldıyorlar kulağıma.
Saat benimle inatlaşırcasına döndürüyor yelkovanı akrebin üstüne.Ben ona ne kadar dur dersem , o dahada süratleniyor bana; küçük bir kız çocuğu gibi sinirlenerek.
Nede olsa bugüne dek ikimizde soluk aldık bu odada.Farkettimki ikimizde yorulmuşuz...
Acı ile körüklenen dakikalar , akrep 'in kendi etrafında kimbilir kaç bin kez dönmesi ile yıllara çevirmiş kendini.Bunun tek canlı şahidi ise duvardaki saat olmuş.
Vakit geceyarısı oniki onsekizi gösteriyor.Şimdi Tik-taklar ritim oluyor enstrumanıma...Gitarım artık ben dokunmasamda hüznü çalıyor en soğuk gecelerde,
alışmış her akşam titreyen ellerime.Ben olmasamda kendisi tasvir ediyor yalnızlığı.
Duyuyorum onunda inceden haykırışlarını.Notalarını karanlığa saçıyor.Parlatıyor kimi zaman bu melankolik duvarları.
Acı çekmeyi ne kadarda iyi öğrenmiş diyorum içimden...
Sonra alıyorum bakmaya kıyamadığım resimleri elime , fotoğraflarda bana dokunan kim varsa kafasını ateşe veriyorum...Sadece vucudu kalıyor.
Ardından içimdeki boşluğu doldurduğunu sanarcasına yeni yüzler çiziyorum yerlerine. "Daha fazla gülümseyen yeni yüzler, yeni insanlar..."
Ve sonra güçlükle ayağa kaldırıyorum duygularla ağırlaşan bedenimi.Eskitemediğim kalın bir siyah ceket geçiriyorum üstüme bu ılık geceyarısı saatinde.
Kapıyı açıp var gücümle dışarıya atıyorum kendimi acı veren herşey yüzünden.Hızlıca kaçıyorum kendimden , Kendime ait ne varsa herşeyden...

00:46 Yalnız başıma tenha bir yolda adımlarımı sıralıyorum yavaşca.

Yırtık ayakkabılarım çatlak bir asfalt üstü sürtünerek gittikçe ısınıyor.
Yol kenarlarında İlkbahardan beri yapraklarını kaybetmiş , nemli havayı içine çeken huzursuz ağaçlar.
Dalları öyle boş ve hırçın duruyorki... onlarda sonbahara kızgınca küfür ediyorlar.
İçimde bir ağırlık mevcut.Öyle kocaman bir yük koymuşumki yüreğime,Şimdi Kaldıramıyorum.Söküp atamıyorum...Yürütmek istemiyor beni.
Hava sıcak ama ben sürekli üşüyorum.Titriyorum sürekli, İki kolumla kendi bedenimi sımsıkı sarıyorum.Avuçlarımı sıkıyorum sinirlenircesine yalnızlığa.
Ama buda hiç bir işe yaramıyor...Tüylerim yine diken diken batıyor bedenime.Bu soğuk; içimden...Taa derinden gelmekte.
Siyah renkli bir hediye paketi gibi kaplıyor bedenimi boydan boya.
Tüm bunlar olurken Gözlerim bir istanbul çukuru gibi su toplamaya başlıyor.Doluyor hafiften...
Gözkapaklarımın kilitlerini tek tek kırıyor yaşlar.Yüzümden süzülüyorlar...
Ben ellerimle toparlamaya çalışsamda ; Bazıları yerlere düşüyor.
"Bir daha ağlamayacağım" diye kendime verdiğim sözlerin bir tanesini daha bozuyorum.
Diliyorumki kimse farketmesin göz pınarlarımı...Ve Verdikleri ışık sayesinde oluşan gölgemden tırsıyor sokak lambaları.
Uzak dur bizden diye bağırıyorlar sanki...Bu yüzden yine kaçıyorum ara sokak bir karanlığa.
Şu an yağmur başladı.Gözyaşlarımla karışık bulut taneleri damlıyor notalarıma.
Artık kimse farkedemez ağladığımı...
Beni acı ile sarhoş edip gözlerimin önüne perdeler çekiyor içimdeki...anlayamıyorum adımlarımın beni nereye getirdiğini.
Aniden farkediyorumki denizin kokusu dalgalanıyor burnumda. Sonu sahile çıkan loş ışıklı bir yolda buluyorum kendimi.
Bırakıyorum "ben" i kendi haline. Ardından yavaşca yaklaşıyorum gecenin kapkara yaptığı asi mavi' ye.
İşte her zamanki gibi beni mahfeden o müthiş dalga sesleri...

01:22 Yanlız başıma tenha bir deniz kıyısında oturuyorum sessizce

Martıların bile bir beklentisi yok benden...Ne bir simit , nede bir ekmek kırıntısı istiyorlar.
Onlarda sanki ağlayıp kanatlarını çırpıyorlar, simsiyah mavinin içinde sevdiklerini kaybetmiş gibi.
Sonra dalgalı denizin üstüne seni çiziyorum o en çok hayal ettiğim halinle.Gökyüzündeki yıldızlar yansıyor derin bakışlı gözlerine , saçlarından süzülüyor parıltılı ışıklar.
Az önce koca bir karartı halindeki deniz; sayende şimdi aydınlığa bırakıyor yerini...Yakıyorsun denizi , Benide işte böyle yaktığın gibi...
Susuyorum yine.Sustuyorsun beni , sen olmasanda yine sen varmışsın gibi...Bilirmisin kaç kez yaktın İstanbul'u sen böyle ey sevgili ? Kaç kez?
Ayağımı şimdi nereye basarsam orası yangın yeri...Aleve veriyorsun heryeri , Sonrasında kalıyor külleri...
Giderek halsizleşiyor bedenim.Gözkapaklarım günışığına kapanan bir odanın penceresi.Ellerimse duvar örmüş yüzüme, görmek istemiyorum hiçbirşeyi.
Üzerime üzerime geliyor hırçın dalgalar.Ayın yüzü çok kızgın...Bir yandanda denizin "git buradan" diye haykırış sesi...
Her limanda kovulup okyanusun ortasında kalan lanetli bir gemi gibiyim sanki...Kimse istemiyor inanki.
Kaçıyorum şimdi nereye koştuğumu bilmeyerek...ve adımlarım dahada hızlanırken bende haykırıyorum kısık bir ses ile ;

"Ne olur kurtarın beni ! ...Ne olur? " 01:49

Fatih Öztürk

11 Ocak 2009 Pazar

Mutsuz Palyaço İşi Bırakıyor.


Neden hep yalan söylersin umutsuz olanlara?
Neden hep bir umudun varolduğunu söylüyorsun?.. Kendinde umudu vadettikden sonra, O Karanlık köşene çekilip yalnız kalacaksın..Aslında hiç umudun varolmadığını sende biliyorsun...
Neden bir umudun hep yaşadığını söylersin? Onları mutlu edebilmek içinmi ?
Geceleri senin gibi üzülmesinler diyemi ? Yoksa koca bu dünyada yalnız hissetmesinler diyemi ?

Aç şu kahrolası gözlerini ve bir bak etrafına...İnsan sırtından sarfedilen aşşağılayıcı nitelikler duyuyorum.
Egolarını tatmin etmek için kendinden başkalarını düşünmeyen yaratıkları görüyorum.Dünyanın bir yanından bir yanına atılan barut dolusu kutuları biliyorum.. "Hırs" adına yapılan ezilmece usûlünü farkediyorum..Tek taraflı komedyalar görüyorum , sadece bi kaç kişinin gülebildiği..İnsanlar tarafından terkedilen insanları , " Çocukları" görüyorum.. Uçurumdan kanatsızca düşen varlıklarıda görüyorum.. Kendi tok iken , kendisinin sömürdüğü aç insanları görüyorum.. Buna sırıtan kapitalistleri görüyorum..Geceleri , sabaha çıkamayan Beyoğlu'nu görüyorum..Bir avuç arsa için yanan ormanların ateş kokusunu alıyorum..5 Dakikalık zevk için sabaha farklı halde uyanan cinsiyetler görüyorum..İnsanoğlunun ne kadar aciz olduğunu tek başına kaldığı zaman anlıyorum...
İlişkiler artık ticaret için...Ve benim dışımdaki yalancıların yanında tükenmeyecek kadar mum var artık.

Ben Bunları Gördüm...Göremediğim tek şey ;
O hep bahsettiğim " umut" sözcüğüyle söylenilen soyut varlıktı...Geleceğini söylediğim mutluluktu...
Dünya böylesine yanlış dönerken, Herşey bu kadar zayıf halde iken ; Bende yalan söyledim...
Aslında hiçbirşey güzel olmayacak...Bundan sonra hiçbirşeyin güzel olmasını asla beklemeyin.
Hepinize Yalan söyledim.Kendimide kandırdım...Sizleride kandırdım.
Bunu okudukdan sonra gözlerini yine o ters yöne dönen dünyaya çevireceksin , Sonra hepsi seni bir bir terkedecek.
Bakacaksınki kimse kalmayacak.Bedenin gitmesede ruhun o karanlığa karışacak...Suskun kalacaksın..
Belki yine gözyaşı dökersin bunu bilemiyorum...
Sonrasında zaten üzerimize kopacak o kızıl kıyamet...O kızıllıkdan sonraki dünya için umarım birşeyler yapabilmişsindir.
Hepinize yalan söylediğim için özür dilerim...

Fatih Öztürk.