22 Eylül 2010 Çarşamba

Kavuşmaya Geldim


Gün, her sabahki gibi fazlaca sessiz başlamıştı. Çoktan uyanmış olsa da yataktan henüz kalkmamıştı. Güneş,  pencerenin eşiğinden sıyrılıp, yüzüne bir tokat gibi çarpıyordu. O ise kendi nefes alışverişlerini dinliyor,  saatlerin nasıl geçeceğini hesaplıyordu.

Yüreğinde taşıyamadığı kocaman bir acı ve pişmanlık yatıyordu. Hiçbir şey düşünmek istemedi.  Yatağının kenarına serpilmiş ceketine uzandı eli. Ardından ceketin sağ cebinden bir gül çıkardı. Gülü ellerinin arasına aldı. Uzun uzun bakıyordu bu kan kırmızısı çiçeğe. Sonrasında gözlerini hiç açmayacakmışçasına kapattı. Tüm sessizlikler, ona bir çığlıkmış gibi geliyordu. Telefonun çalışıyla tüm sessizlik bertaraf oldu.  Tiz bir ses, soğuk duvarlarca yankılandı. Adam, ani bir hareketle başucundaki telefona elini attı.

Alo?
Kimsin cevap ver!  

Cevap yoktu. Hemen telefonu kapattı. Her şey yine riske bağımlı hale gelmişti. Çabucak üzerini değiştirip odasının kapısından çıktı ve yangın merdivenlerine doğru var gücüyle koştu.  Motelin dar koridorlarında hızla yol alırken gülü odasında bıraktığı fark etti. Geri dönüp o kırmızı çiçeği almak istese de artık geri dönülmeyeceğini biliyordu. Merdivenlerden inip tenha bir sokağın eşiğine vardığında binanın diğer tarafındaki polis sirenlerini duymaya başlamıştı.

Motelin çevresinden uzaklaşana dek koştu.  Kimsenin olmadığı bir yer aradı ve bulana kadar da adımlarına ara vermedi. Yıkık dökük, etrafını tarlaların çevirdiği bir barakaya yakınlaştıkça adımlarını yavaşlattı.  Polis ışıklarını hala göremese de polis sirenlerini hafiften duyuyordu. Sırtını barakanın duvarına verip toprağa oturdu. Etrafta kimseler yoktu. Bir yandan tedirgin soluklar alırken bir yandan da etrafına bakınıyordu. Endişesi gittikçe artıyordu. İki gündür polislerden kaçıyordu ve yakalanması an meselesiydi. Tüm hayatını terk etmişti. Bir anda her şey değişmişti.

Kendisi, tüm bu düşüncelerin içinde yoğrulurken sakinleşemiyordu. O an gözüne, barakanın çürük kapısının önüne bırakılmış, bir kısmı yırtılmış, bazı sayfaları da kopmuş bir gazete ilişti. Usulca uzanıp gazeteyi aldı ve kendisiyle göz göze geldi. Okuduğu gazetenin üst manşetinde gördü kendi çehresini. Eski bir vesikalık resmiydi bu. “Aldatan sevgiliyi boğarak öldürdü” yazıyordu manşette. Gördüğü şey, bir katil olduğunun resmi bir ifadesiydi. Oysaki hiçbir şey, bir manşeti gazeteye basmak kadar kolay olmamıştı. Ya da bu kadar çabuk…

Aynı evde, birlikte yaşıyorlardı. İki yılı aşkın bir süredir de beraberlerdi. O gün mutlu hissediyordu, çünkü işinden erken çıkmıştı ve patronundan aldığı bir haftalık izniyle sevgilisine güzel bir sürpriz yapacaktı. Kafasında tasarladığı bu sürpriz, onu neşelendirmişti.  Bir çiçekçiye uğradı ve bir demet gül yaptırdı, sonra da evin yolunu tuttu.  Adımları hızlıydı. Evinin kapısına vardığında anahtarlarını cebinden çıkarıp kapıyı yavaşça açtı. İçeri girdi. Bir haftalık tatil biletlerini cebinden çıkarıp sol eline aldı. Sağ elinde ise bir demet gül vardı. Sevgilisine seslendi. Cevap yerine sadece yatak odasından gelen tıkırtıları duyabiliyordu. Odaya yöneldi. Yatak odasının eşiğine vardığında elinde ne varsa düştü, tüm güller yere saçıldı.  Karşısında çırılçıplak bir sevgili ve yabancı bir adam duruyordu. İkisi de telaşın verdiği şaşkınlıkla donakalmıştı.

Elleri titriyordu. Sevgilisinin yüzüne kitlendi gözleri. Bakışlarında isyan ve cevapları acımasızca verilmiş tonlarca soru vardı. Yumruklarını daha önce hiç sıkmadığı kadar sıktı ve saliselere sığan bir hareketle adamın suratına okkalı bir yumruk indirdi. Adam, yumruğun verdiği ağırlıkla yere düştü ve bayıldı. Hareketsizce yerde yatıyordu.  Ardından tekrar sevgilisine döndü. “Neden?” dedi. Her soru, sevgilisi kadar çırılçıplakken bile soruyordu bu soruyu. İnanamadığı için, ya da bunun kötü bir kâbus olduğuna inanmak için soruyordu.  Başını öne eğmiş sevgiliden gelmeyen cevap için aynı soru, daha sert bir şekilde tekrarlanıyordu. “Neden, neden, neden, neden?

 Aşk, bir cehenneme dönüşüyordu. Her duygu, önüne geçilmez bir nefret anı olmuştu. Usulca sevgilisine sokuldu. Avuçlarını onun boğazına doladı ve onu nefessiz bırakana dek durmadı. Şimdi elleri, sevgilisinin boynunda bir sarmaşık gibiydi. Sessiz çığlıkların ardındaki aşk, artık bir cinayete dönüşmüştü. Gözleri, hala sevgilisinin gözlerine ivmeliydi.

Duvarlar sıkışmaya başlamıştı. Her dakika üzerine geliyordu. Vücudunun her azası, istisnasızca titrerken kolları ağırlaşmaya başlamıştı. Aniden ellerini sevgilisinin boynundan çekti, fakat sevgilisinin cansız ve çırılçıplak vücudundan gözlerini ayıramıyordu. Üşümeye başlamıştı.  Hızlı adımlarla odadan çıktı. Koridorun duvarına yaslandı. Eve dönerken aldığı bütün güller, şimdi ayaklarının altında ezilip dümdüz oluyordu. Yere eğildi ve demetinden ayrılan bir gülü eline aldı. Uzun uzun baktı gülün kırmızı yapraklarına. Elleri sımsıkıydı. Avucu ise kanamaya başlamıştı. Sonrasında elindeki gülü ceketinin sağ cebine koydu. Ardından gözlerini kapayıp tüm bunların gerçekten bir kâbus olduğunu hayal etti.

Sarsılıyordu,  yüksek bir ses, ona “uyan!” diyordu.  Gözlerini açtığı anda onu uyandırmaya çalışan ihtiyarla göz göze geldi. Sonra elindeki gazeteyi gördü. Ardından da manşeti…
Beyninde hem ihtiyarın, hem de kendisinin “Sen kimsin?” soruları yankılanıyordu. Cevap veremedi.  Elindeki gazeteyi kenara koydu. “Ben…” dedi.

Uyuyakalmışım. Buralarda biraz gezintiye çıkmıştım.” Dedi. Ardından ayağa kalktı. Ayılma çabası içerisindeydi. İhtiyar ise bir süre onu süzdükten sonra “Ben de bu tarlanın çiftçisiyim. Yolun ne tarafa?” dedi.

    Buradan bir hayli uzağa…  Rahatsız etmedim umarım?
Estağfurullah evlat. Ne rahatsızlığı, sadece şaşırdım biraz. Buralarda böyle pek gezilmez de…
    Yolumun üstüydü, biraz yürümek istedim. Sağ ol amca.
Ne demek evlat…
    Müsaadenle yoluma devam edeyim. Şu gazeteyi de alabilir miyim?
Tabii ki. Keyfine bak,  sağlıcakla kal.

Eline aldığı gazetenin üst manşetini yırtıp cebine koydu. Geriye kalanı ise yere fırlattı. Otobana doğru yürümeye başlamıştı. Akşamın karanlığı yavaş yavaş gündüzün üzerine örtülüyordu. O ise ne yapacağını, hangi yöne gideceğini bilmeyerek otobanın bir kenarında saatlerce yürüdü. Ara sıra kendini bir arabanın önüne atmak istedi. Fakat beceremedi. Bir süre daha yürüdükten sonra şehrin kalabalık ve merkezi bir yerine geldiğini fark etti. Otobanı daha fazla takip etmeyerek şehrin caddelerinden birine girdi ve caddelerce bir pansiyon aradı. Ardından konaklamak için sadece oteller olduğunu fark etti. Böylesine kalabalık ve ışıkların parladığı bir yerde pansiyon bulmak imkansızdı.

Dışarıda kalmak daha riskliydi. Bu yüzden bulabildiği en küçük otele girmiş ve kimlik bildirimi yapmadan bir oda almayı başarabilmişti. Her şey yine riske bağımlı hale gelmişti. En yakın zamanda bu şehirden ayrılmanın yollarını bulmalıydı. Sessizlikle dolu odasına girdi ve hemen yatağa uzandı. Her şey hâlâ bir kâbusa benziyordu. Kafasının içinde cinayetler işleniyor, çığlıklar kopuyordu. Bir anda bu kadar şey nasıl değişebilir, her şey, nasıl bu kadar çabuk kararabilirdi merak ediyordu.

Tüm bunları düşünürken sabahtan beri hiç bir şey yemediğinin farkına vardı. Zerre kadar iştahı olmasa da yemek yemek zorunda olduğunu biliyordu. Elini telefona uzatıp resepsiyonu aradı. Oda servisi isteyecekti.  Tam dudaklarını titretmeye başlamıştı ki lobiye gelen polislerin sesi, telefondan kulağına ulaşmıştı. Telsiz seslerini net duyabiliyordu. Aniden telefonu kapattı. “Kahretsin.” Dedi. Aniden yatağından kalktı ve hızlıca odayı terk etti.

Bu sefer daha büyük bir koridorda koşmaya başlamıştı. Ve yine çıkar yol, yangın merdivenleriydi. Fakat yangın çıkışı bu sefer kapalıydı. Otelin merdivenlerine yönelirken peşine iki polis takıldı. Göz göze bir takip başlamıştı. Çatıya çıkarsa belki bir şansı olabilecekti. Bu yüzden bütün merdivenleri tüketiyordu ve polislerin dur ihtarına uymuyordu.   İki polisten biri, telsizle diğer polisleri de çatıya yönlendirdi

O ise tüm merdivenleri bitirmişti. Çatıya vardığında kaçabilecek hiçbir yeri olmadığını fark etti. Etrafındaki bütün diğer binalar, kendisine pek fazla uzaktı. Vücudu hafiflemeye başlamıştı.
Koca şehir, gözünde bir ışık huzmesi halini aldı. Rüzgâr, kendisini sağa sola itiyordu.
O an, zihninde çalkalanan bütün düşünceler, hareketsiz bir hale gelmişti. Gözleri buz tuttu.
Artık acele etmiyordu. Çatının en kenar noktasına doğru usulca yürüdü. Polisler en tepeye vardıklarında tabancalarıyla ona doğru koştular. O ise çoktan binanın son çizgisine varmıştı.
Ve fark etmişti;  zaten bir çıkar yol olmadığını…

“Dur” dediler tekrardan, silahlarını indirmişlerdi.

Neden duracakmışım?
Ölümün bir çözüm olmadığını bilmelisin.
Peki ya parmaklıkların ardında yitik bir yaşam?
Kodeste nefes alan cinai, aldatılmış bir âşık…
Her gün öleceğime bir kere öleyim değil mi?

Bir sessizlik olmuştu. Ucuz bir intiharın en keskin anlarıydı. Azrail, kaçan her bir saniyeyi kollarken adam kendini binanın en uç tepesinden aşağıya bırakmadan önce gözlerini çakılacağı asfalta mıhladı.
Sonra da gökyüzüne baktı.

Fısıldadı: “Kavuşmaya geldim.”
Ve kendini bıraktı…




Fatih Öztürk

11 Eylül 2010 Cumartesi

Bekleyiş


Yüreğimde bir Boğaziçi var.
Öyle ya kalbim iki yakaya ayrık şimdi.
İstanbul' un kapısında kalmışken yalnızlığım;
Ben bu şehrin çıkışında bekliyorum seni.
Dönmezsin bilirim.
Saçların kadar uzundur sevgisizliğin.
Ellerin kadar küçük...
Beni bozuk para gibi harcayışın,
Bedenimi benden çalıp soğuk bir yatakta bırakışın..
Bak gördün mü?
Gitmiyor zaman ileriye doğru.
Bir kış akşamında ikiye ayırdın ya kalbimi.
İşte yine kış geliyor.
Bak..
Yırttığım takvim yapraklarını geriye yapıştırıyorum.
Sabaha dek kurşunlasam da geçmişimi,
Namluyu sana değil hep kendime çeviriyorum.
Unutamıyorum,
Seni unuttuğumu hatırlayamıyorum.
Ve Bekliyorum..
Bu şehrin çıkışında;
Sen ölmeden önce, 
Ben öldükten sonra.
Ecelimle bekliyorum seni. 


Fatih Öztürk.

30 Haziran 2010 Çarşamba

Bir Yabancıya Dair

Gözlerine mülteciyim senin.
Hudutlarındaki bayraklara hiddetim.
Karanlığında saklanmışlıklarım,
Sınırlarında parmaklarım var.

Dipsiz kuyulara asıldı yüreğim.
Üzüntülerini kurşunlayabilseydim;
Gözlerini gözlerime düğümleyip,
Sisli suratına vursaydı keşke güneşim.

Saçlarını dolayıp parmaklarıma
Çaldırdığın hüzün melodilerin.
Hırpanlanmış yüreğimin kağıtlarına,
Tükenmez kalem darbelerin.

Şimdi yüzümde mesafelerinin verdiği ağrı,
Kalbimde, aldığın arsaların gecekonduları.
Ve metre karelerce ağırlığınla,
Fırtınalı iskele duraklarında yankılarım.

Can verir gözlerinde, renklere gömülür.
Ellerine dolambaç elem bakışlarım.
Dudaklarım mürekkeplerimde boğulur.
Keskin sesini kulağıma nakışlarım.

Kıyılarıma vurur dipsiz bakışların.
Çakıl taşı misali gömülür kumlarıma.
Kalsaydın ya sahilimde, gitmeseydin.
Karışmasaydın yeniden hırçın dalgalara.

Kurduğun hayallerde asılıyım şimdi.
Dudaklarında bir kelime,
Yüzünde anlamsız, şuh bir ifadeyim.
Yüreğinde oluverseydim keşke. Ama,   
İnan ben de bilmiyorum, şimdi nerdeyim...

Fatih Öztürk

6 Haziran 2010 Pazar

Sen

Sen benim,
Yüzümde kurumayı bilmeyen gözyaşım.
Gözlerimi selinde boğan,
Hıckırımlarımda yaşayanımsın.

Canımı acıtmalısın acımasızca.
Yağmurların yağmalı suratımdan.
Sana uzanamazken elim,
Sen akmalısın, öpmelisin dudaklarımdan.

Sen benim,
Sana dokunamayan parmaklarım.
Sinirlenip sensizliğe,
Tırnaklarımla yüzümü parçaladım.

Ellerimin ucunda,
Senin döküldüğün ıslak kağıtlara,
Seni çizip, seni anlatıp,
Ellerimi suratıma zımbaladım.

Sen benim,
Sana durmaksızın koşan ayaklarım.
Yoruldukça hissedebildiğim,
Hissettikçe daha hızlı koştuğum.

Sen ağrıdıkça takılıyorum saçlarına,
Çözülüyor bağcıklarım.

Sen benim.
Evet, sen benimsin.
Yansıman olmasa da gözbebeklerimde,
Ulaşamasam da tenine,
Yanıbaşımda sen, sen bana aitsin.

Sen benim,
Sol yanım...


Fatih Öztürk

30 Nisan 2010 Cuma

İhtiyar


Koştum. Midem fazlasıyla bulandı. Karanlığın içine saldıran renkli ışıkların arasından tuvalete koştum. İçime dolan tüm içkileri şimdi dışarıya çıkartıyordum. İşe yaramamıştı hiçbiri. Fazla gürültülü bu bardan hemen çıkmalıydı. Hızlı adımlarla merdivenlerden indim, dışarıya çıktım ve bir sigara yaktım. Ceketimin iki yakasını birbirine eriştirmeye çalışırken titremeye başlamıştım.

Barın derin gürültüsü hala kulaklarımdaydı. Gözüm loş ve bir o kadar da sessiz olan, barın ötesinde bulunan dar bir sokağa ilişti. Dünya gereğinden fazla dönerken ben sessiz bir yer istiyordum. Dumanı içime çekerken gözlerimi bir hayli kıstım. Sigaranın zevk veren dumanına kapılırken yürümek zordu ve caddelerin hareketliliği, bir arabanın beni dümdüz etmesine sebep olabilirdi. Hızlıca sokağa sokuldum ve sokağın bir köşesine iyice yaslandım. Ev buradan bir hayli uzak. Zaten pek acı veriyor o dört duvar. Anıların çığlık attığı pencereler, koltuklar… Ben zaten kendi evimden kaçmıştım öyle değil mi?
Sarhoşken pek bir şey anlayamıyorum. Galiba alkolün sırrı burada. Anlayamamakta… Bu kafayla eve gidilmezdi. Sabah kendimi nerede bulurum bilmiyorum.

Hasta bir öksürük sesi geliyordu sokağın göremediğim kısmından. Önemsemedim ilk önce, fakat öksürükler bir hayli derindi. Öksüren adam acı çekiyor gibiydi. Sarhoş bir adamın tedirginliğiyle sokağın meçhul kısmına doğru ilerledim. Köşeyi dönmemle acı çeken ihtiyarı görmem bir oldu.

Çoğu beyazlamış olan saçlarına sakalları karışmıştı. Yüzünde ince yollar açılmış, mavi gözlü, titreyen bir ihtiyardı. Üzerinde yırtılmış giysileri vardı ve çöpten bulduğu kirli bir minderin üzerine oturmuştu. Bana baktı, sonra yüzünü çevirip öksürmeye devam etti. “İyi misin?” dedim. Tekrar bana bakıp önüne döndü. Öksürükleri bir hayli artmıştı ve ben bile ciğerlerimin parçalandığını hissediyordum. “Su ister misin?” diyerek tekrar konuşmaya çalıştım. Yüzüme bakıp sadece kafasını yukarı-aşağı sallamakla yetindi. Gördüğüm bu manzara karşısında üzülmüştüm ve bilincim biraz olsun yerine gelmişti. Sokaktan hızlıca çıktım ve etrafa bakınmaya başladım. Buralarda bakkal olmalıydı. Hala dönen nevrimle bulduğum küçük bir marketten bir su almayı becerebilmiş, ihtiyara getirmiştim. “Al iç.” Dedim. Tekrar kafasını salladı ve suyu öksüren bir adam değil, çölde suya âşık bir adam misali bitirdi. “Daha fazla ister misin?” dedim. Elini göğsünün üstüne koydu ve kafasını öne doğru eğdi. “Hayır, eyvallah.” deyişini duymuş kadar olmuştum.

Ben etrafı biraz süzdükten sonra ihtiyarın iki metre ötesine; duvarın dibine çömeldim. Bu hareketim, ihtiyarın bana hiç olmadığı kadar uzun bakmasına sebep olmuştu. Ben de öyle sanıyorum ki misafir ağırlamayı yıllar önce unutmuştu. Kısa bir suskunluktan sonra “İsmin ne?” diye sordum. Tahmin ettiğim gibi yine cevap vermedi. “Ne o yoksa dilsiz misin?” dedim. Yine cevap bulamadım. Hafif ışıklar altında sadece nefes alıp veriyorduk. Alkolün etkisinden olsa gerek ki pek üşümüyordum. Ama yine de ince ince titremekteydim. Bir an burada uyuyakalıp bu ihtiyarın beni soyup soğana çevireceği aklıma geldi. Fakat içimdeki boşluk ağır basıyordu ve ben çömeldiğim yerden kalkmamaya niyetlendim. Kafamdaki uğultular geçmek bilmiyordu. İhtiyara döndüm:

“İyiler hep kaybetti be. Suskun kaldı hep iyi adamlar. Acımasızca geçip gitti zaman ve mahrum kaldık her bir renkten. Koştukça düştük, kaybettik tüm sevdiklerimizi. İçimizdeki boşluğu doldurmaya gayret ederken onun içine düştük. Sarhoş olduk gecelerce. İliklerimizden geçti acı. Damarlara enjekte edildi hepsi. Kalpten damarlara pompalandı her elem. Biz neden iyi olduk be? Neden kurtulamadık hassasiyetimizden? Ben kötü adam olmak istedim! Denedim olmadı, beceremedim be? Beceremiyorum.” Dedim.

Bir anda cümleler döküldü ağzımdan. İçimde vurgularla karışık ağır bir hüzün barındırdığımı gören ihtiyar bana döndü. “Adım Ferit.” Dedi. Ben kendi adımı söylemeye fırsat bulamadan “Acı mükemmeldir.” Dedi. Anlamsızca ihtiyarın kırışmış yüzüne baktım. O ise “Acı çekmelisin.” Diye devam etti. Ben daha açıklayıcı bir şeyler beklercesine ihtiyarın yüzüne bakarken o kocaman bir kahkaha attı ve başını tekrar öne eğdi. Onun kahkahaları ardında suskun dudaklarım kaldı. Sonra “Sigara içer misin?” diyerek dudaklarımı tekrar titrettim. Hayır dercesine başını salladı. “O mereti hiç içmedim.” Dedi. “Bence içmelisin.” Dedim. “Mükemmel bir tadı var.” Tebessüm etti bana ihtiyar. “ Seni bitip tüketenler her vakit iyi tat verir küçüğüm.” Dedi. Ben metrajı kopmuş bir film gibi sona erdim. Bu sefer başını öne eğen bendim. Bir süre hiç konuşmadık. Gözlerim kapanıyordu hafiften. Üzerimde ağır bir yük vardı ben kaçınılmaz bir uykunun kapısını aralıyordum. Sokakta uğuldayan bu soğuk, tatlı bir titremeye dönüşmüştü.

***

Biri beni uyandırmak için bana sesleniyor; beni dürtüyordu. Göz kapaklarımı açmakta zorlandım. Bulanıklık netleştikçe beni sarsan kişinin dün geceki ihtiyar olduğunu fark ettim. Şaşkınca etrafa bakıyordum. O an birçok soru işareti kafamda dans etse de bir süre sonra ayılıp bilincimi toparladım. Sokağın bir köşesinde iki büklüm halimle sabahlamıştım ve keskin bir baş ağrısı çekmekteydim.

Bir süre sonra da geceyi nasıl geçirdiğim hatırıma geri dönmüştü. Sarhoş olmanın verdiği gevşeme, şimdi yerini berbat bir mide bulantısına ve dayanılmaz bir baş ağrısına bırakmıştı. “Nasıl hissettiğini biliyorum.” Dedi ihtiyar. “Böyle durumlarda bozuk para gibi hissedersin. Acıkmışsındır, sana bir şeyler getirdim.” Diye ekledi. “Bunlar ne?” diye sordum. Lokanta artıkları dedi. Yüzümü buruşturarak “Daha güzel bir yerde kahvaltı edebiliriz.” Dedim. O ise acı bir gülümseyişle lokantadan aldığı kahvaltı kalıntılarını önüme koydu. Yiyecekleri süzdükten sonra saatime baktım. Sabahın sekizinde gerçekten bozuk para gibi hissediyordum. İhtiyar ara sıra öksürükleri arasında sıkışıp kalıyordu, Ona dönüp “Seni evime misafir etmeliyim. Hem bir şeyler yeriz; hem de giymen için sana güzel giysiler hediye edebilirim.” Dedim. Yüzüme şaşkınca bakıp “Hediye etmek mi?” dedi. Evet demeye kalmadan “Neden bunu yapıyorsun?” dedi. Ben ise uykulu ve kızarmış gözlerimle ihtiyara baktım ve “Sadece yapmak istiyorum.” Diye cevap verdim. “Peki evlat.” Dedi bana. O an ihtiyarı yıllardır tanıdığım hissine kapılmıştım. Sanki yıllardır duyuyordum bu hırıltılı ses tonunu. Bu yüzü yıllardır görür gibi oldum. Güçlükle ayağa kalktım, “Hadi gidelim.” Dedim.

İhtiyarla eve doğru yol alıyorken ona dönüp “Senin hiç çocuğun yok mu? Veya senle ilgilenebilecek herhangi bir…” Sözcüklerim ağzıma tıkandı. “Koştukça düştük, kaybettik tüm sevdiklerimizi demedin mi evlat? Ben de düşünce kalkamadım işte. Hepsi bu. Her şey bundan ibaret…” Diyerek hem sözümü kesti; hem de keskin bir cevap verdi ihtiyar. Sonrasında geçen suskun dakikalar bizi eve vardırmaya yetti.
“İşte bu… Aslında daha sakin, daha sessiz, ahşap ve tek katlı bir ev hayal etmiştim hep öncesinde. Bu gürültülü şehrin sesini bastıramıyorum.” Dedim. Bir apartmanda yaşamak bana göre değildi fakat yaşıyordum işte. Adım adım merdivenlerden çıktık ihtiyarla. O bir hayli nefessiz kalmıştı. Evin karmaşık ve düzensiz olduğu gerçeğini aklıma bile getirmedim. Eve getirdiğim pasaklı bir ihtiyar olunca düzensizlik pek bir şey ifade etmiyordu. Kapıyı açtım ve içeri girdik, ev havasız ve boğuktu. Birçok elbise ve eşya dağılmış, küllük ve içki şişeleri evde fazlasıyla koku yapmıştı. Perdeler de kapalı olduğundan ev karanlıktan nasibini almıştı.

Ben pencereyi açmaya yeltenirken ihtiyardan oturup keyfine bakmasını istedim ve mutfağa yöneldim. Pratik ve lezzetli bir kahvaltı hazırlayıp içeri döndüm. Döndüğümde ihtiyarın dikkatlice ve istekle duvarda asılan gitara baktığını fark ettim. O gitara âşık olduğu bir kadınmış gibi bakıyordu. “Eskiden amatör çalardım, sonra duvara astım ve pek çalmadım.” Dedim. İhtiyar beni duymuyor gibiydi. “Orda mısın?” dedim. Bir anda irkilip kendini toparlayarak yüzüme baktı. “Buradayım evlat.” Dedi.

Oturup birlikte, hazin ve suskun bir kahvaltı ettik. O ise sürekli duvarda asılı kalan gitara bakıp duruyordu. Yemeğini küçük bir çocuk gibi erkenden bitirmişti. “İstersen tıngırdatabilirsin.” Dedim ihtiyara. Suratıma gergin bir şekilde baktı. Başını önüne eğdikten sonra ani bir hareketle ayağa kalkıp gitara yöneldi. Gitarı duvardan narince indirip ellerinin arasına aldı. Işıklı penceremin altındaki tabureye oturup parmaklarını gitarda yüzdürmeye başladı. Notaları duymaya başladığım anda tüm yediklerimi kursağımda hissetmiştim. İhtiyar melodileri o kadar güzel sıralıyordu ki gözlerimi kapadım bir an. Şaşkınlığımı bir kenara atıp ihtiyara iyice kulak verdim. O da gözlerini kapamış; yorgun elleriyle tellerde geziniyordu. Şahane bir müzik ziyafeti verirken yediklerimi bir kenara bırakmıştım. İhtiyarın resitali bittikten sonra onun yüzüne bir cevap bekliyormuşçasına baktım. O Yine suskun kalmayı tercih etti. “Sen mükemmel çalıyorsun. Senden bunu asla beklemiyordum.” Dedim. O ise küçük bir gülümseme ile “Hayat gariptir evlat.” Dedi. Gitarı sımsıkı tutuyordu elinde. “Bu gitar senin olmalı. Zaten seni bekliyormuş gibi asılı duruyordu duvarda. Bence bu enstrüman sana ait.” Dedim. “Bilmem ki evlat.” Dedi. “Gitar zaten seni istiyor.” Dedim. Ardından ben, yemeğimi tamamlayıp masayı toplamaya koyulmuştum. Mutfağa yönelirken ihtiyara “Sana biraz giysi de vermeliyim.” Dedim.

Mutfağa girip önceki günlerden de kalma bir yığın bulaşıkla burun buruna geliyordum. O sıra bu eve uzun zamandır kimsenin gelmediğini; bu ihtiyarın hayatıma uzun zamandan sonra eşlik eden ilk kişi olduğunu idrak ediyordum. Ona seslenip “Biraz daha çay içmek ister misin?” diye sordum. Cevap gelmemişti. Normal karşılayıp içeri gittim. İhtiyar ortalarda gözükmüyordu. Evi taradıktan sonra ihtiyarın evde olmadığını fark etmiştim. O gitmişti. Gitarı da beraberinde götürmüş ve ortalardan kaybolmuştu. Suratımı asmama sebep olmuştu bu durum. Yine de onu mutlu edebildiğim için ben de mutlu olmuştum. Sokağın oksijenine alışmış bir adamı evde alıkoymanın zor olduğunu düşünerek çok fazla dert etmemeye çalıştım. Onu bir daha görmeyi umuyordum.

O gün sadece rüyalara sığınmak geçiyordu hislerimden. Uyku da kapımı çalmıyordu. Bağıra bağıra şarkı söylemek de gelmiyordu içimden. Pencerenin kenarında onlarca sigara yaktım akşam vaktine kadar. Kaldırımdan gelip geçen insanları izledim. Sarı ışıklar ardına büyüyüp kaybolan gölgeleri izledim gece vaktine kadar. Üzerimdeki bir battaniyeyle dört duvar arasını duman altı bir hale çevirmiştim. Sonra yatağıma uzanıp sabaha ulaşmak istedim.

***

Erken uyanmak herkes için berbattı. Kış soğuğunda yatağın sıcak tadı bir hayli çekiciydi. Tembel olmak geçiyordu insanın içinden. Hele ki hayata devam hissi kalpte yer etmedikçe mutlu ve dinç bir şekilde kalkmak çok zordu. Tek bir sigarayla kahvaltımı yaptım ve elbiselerimi usulca giyindim. Benim de gitmem gereken bir işim vardı. Sanki biri çok istiyordu yaşamak gerektiğini, nefes almak gerekiyordu sanki hiç düşünmeden…

Evden ayrılıp sokaktaki ağır adımlarımı başımın eğik görüntüsüyle birleştirdim. Ağır adımlarla sollarken bütün kaldırımları, kafamdan bir ton düşünce geçiyordu. Ya bir şey eksikti, ya da ben fazlalıktım bu dünyada. En kötüsü ise bu iki sorunun arasında sıkışıp kalmaktı. Cevabı bilsem belki bu kadar kötü olmazdı.

İşe tahammül edebilmem bir mucize gibiydi. Ardından mesaimin bitişiyle sokağın gürültüsüne karışmıştım. Akşam vakti yine soğuk, yine yalnız, yine kasvetliydi. Belki tekrar kafa bulup sarhoş olmak istiyordum. Her alkol bir maceranın sonuna yolculukmuş gibiydi. Ve her alkolde yaşamdan biraz daha sıyrılmak… Kendime kötülük etmek istemedim. Kendime yine şans verdim o vakit. Evin yolunu tuttum. Eve yaklaşırken kulaklarıma da bir müzik sesi yaklaşıyordu. Köşeyi döndüğümde derin bir kalabalığın hafiften bir tempo tuttuğunu fark ettim. Duvarın köşesindeki gitarcıyı çevrelemişlerdi. Yaklaştıkça gözlerimi kırpıştırıp, dikkatlice gitarcıyı süzmek zorunda kaldım. Bu oydu. O ihtiyardı. Gözlerini kapamıştı ve derinden sesiyle insanların kalplerini titretiyordu.

Kalabalığın arasına karışıp uzun uzun onu dinledim. Elinde tuttuğu benim gitarımdı ve var olan mutluluğundan ben de biraz pay alabiliyordum. O gözlerini kapatıp çalarken eminim mutlu ve huzurluydu. Önüne koyduğu küçük mendilinden bozuk paraları taşmıştı. Küçük konseri bittikten sonra herkes dağıldı. Karşısında bir tek ben kalmıştım. Kafasını kaldırıp yüzüme baktı. Ben de ona samimi bir gülücük fırlattım. O ise hüzünle karışık mutlulukla yüzüme baktı. “Sağ ol evlat.” Dedi. Eve mutlu bir halle geri dönmüştüm. İhtiyar benim sayemde huzur bulmuştu. Ve bu beni gerçekten mutlu etmişti. Mutlu ederek mutlu olmaktı bendeki.

Peşi sıra gelen bütün günlerde ihtiyarı daha bir mutlu görüyordum. Aynı sokağın köşesinde her geçen gün daha fazla kalabalık vardı. Geçen her günde ihtiyarın dudak çizgisi daha bir eğimleşip yukarı sıyrılıyordu. Yüzündeki huzurlu ifade her geçen gün daha fazla güçleniyordu. Ben genelde ihtiyarı hep uzaktan dinlerdim. Küçük konserlerinden sonra arada bir yanına gider onunla sohbet ederdim. Gözlerinde bana duyduğu sadakati görüyordum. Suskunluğunu kaybetmemişti ama en azından dudakları daha sık titriyordu.

Çevredeki herkes onu çok sevmişti ve akşamları onun gitarıyla neşeleniyordu. İhtiyar yaşadığı hayatın acısını zannedersem neşeli şarkılarla çıkarıyordu. O neşeli şarkılarla gönüllere tesir ediyordu. Herkes, o çalarken mutluydu sanki. Saatler pil değiştirir gibiydi o çalarken. İhtiyar o sokağın sembolü haline gelmişti. Paris için Eiffel neyse o sokak için de ihtiyar o değerdeydi. Başka mahallelerden onu dinlemeye gelenler bile vardı.

Asıl güzel olan şey ise; bir zamanlar sokakların uğultusu altında ezilen ihtiyarın, şimdi bu uğultuları müziğiyle darmadağın etmesiydi. Geçen her günün etkisiyle ihtiyar daha bir gençleşti. Hayata bağladığı birçok ipi olduğunu anlıyordum konuştuğumuz her sohbetinden. Her işten dönüşümde kulaklarımın pasını siliyordu. Ve ben de evime öyle dönüyordum.

Bir gün yine evime gelirken müziğimi duymak için ihtiyarın çaldığı sokağa daldım. Aynı kalabalık yine yerinde duruyordu. Fakat kalabalığa yaklaştıkça artması gereken müzik sesi yerini sessizliğe bırakmıştı. Adımlarımı hızlandırdım. Kalabalığı yarıp duvarın köşesine gözümü çevirdiğimde ihtiyarın yerde, hareketsizce uzandığını gördüm. Gitar ise boynunu bükmüş yerde yatıyordu. O an düşüyor gibiydim; bir uçurumdan, bir gökdelenin en tepesinden… Kocaman bir karanlık kapladı yüreğimi. Hemen ihtiyarın başına üşüştüm. Bir yandan “Ne oldu ona?” diye haykırırken bir yandan da ihtiyarın elbiselerinden çekiştirip vücudunu sarsıyordum. Çevremdekilerin “Kaybettik onu” deyişlerini duymamak istedim. Faydasızdı… Gerçekten nefes almıyordu. İhtiyarın cansız bedeni kaldırımın üzerine süzülmüştü. Beni de kollarımdan tutup uzağa götürmek istediler, izin vermedim.

Hâlbuki çok sevmiştim ben ihtiyarı. O gitar çalan parmaklarını, yüzünden aşağıya uzanan karlı saçlarını, bana içten içe “Evlat.” Deyişini… Ambulans sirenlerini duyuyordum. Fazlasıyla geç kalmışlardı. İhtiyar için her şey geç kalmıştı zaten. İyice yüzüne baktım. Gözlerini bir daha açmayacağı gerçeği, kafama bir balyoz gibi vuruyordu. Yüzündeki ifade dikkatimi çekmişti, sanki gülümseyerek ölmüştü ihtiyar. Huzurlu görünüyordu yüzü. Sanırım ölüm hissi ona mutluluk vermişti. Giderken suratında bir gülümseme bırakmış gibiydi.

***

Pek neşesizdi artık sokak, fazlasıyla sessiz. İhtiyar öldükten sonra rüzgâr, yine uğuldayıp tesirini gösteriyordu. Ne bir armoni, ne de bir melodi… Hiçbiri yoktu. İnsanlar el çırpmıyorlardı. Eşlik edecek bir şeyler çalmıyordu. Asfaltlarda savrulan kağıt ve jelatin parçalarının sürtüşmeleri vardı kulağımızda. Zihnimizde ise ihtiyar… Onun öldüğü gün, gitarı ondan geri almıştım. Fakat bu sefer gitarı yine duvara asmadım. Her gece çaldım, durmadan… İhtiyar için, sevenler için, kaybedenler ve kaybolanlar için. Her akşam ihtiyarın bize bıraktığı o sessiz sokaktan inadına geçtim ve her eve dönüşümde o gitarı durmadan çaldım.

O mutlu olmak ve mutlu etmek için çalardı. O her şeye rağmen gülümseyebilmeyi bilmişti, gülümseyerek ölmüştü elinde çalgısıyla. Koca bir ömrü melodilere kıyaslamıştı ve insanları da mutlu etmeyi başarabilmişti. Ben de onun bıraktığı yerden devam ettim. O Sokaklarda, o insanlara çalmak, hem kendimi hem de yürekleri neşeli kılmak için çaldım. Ömrümüzün güzel sebepleri olsun diye çaldım. Geçmiş için çaldım, geleceğe çaldım. Geleceğimizi çaldım.

Fatih Öztürk

12 Nisan 2010 Pazartesi

Yabancılar


Otobanlar gökkuşağı.
Ağaçlar ise betondan.
Tadı yok yalnızlığın,
Rüzgar yüzüne çarpmadan.

Görebildiğin tek çıkmaz sokak.
Sonuna vardığında acımasız.
Ne bir izmarit, ne bir bira şişesi,
Bir o kadar da yalnız...

Asılı kalır gözlerin.
O miyop caddenin kızlarına.
Topuklu ayakkabılarıyla
Şarkı söyler kulaklarına.

Fatih Öztürk

25 Mart 2010 Perşembe

Buğu

Gözlerini açtı yavaşça. Bu sabah da diğer sabahlardan farksız ve renksiz gözüküyordu. Çift kişilik yatağın boş kısmına bırakmıştı ellerini ve durgun bakan gözleri duvarın derinliğine daldı.
“Siyah-Beyaz” dedi. “Her şey çok siyah beyaz…”

Daha uyanamamıştı. Kısık gözleriyle penceresine baktığında geceden kalmış birkaç parmak izini ve yazdığı cümleleri fark etti. Buhara gömülen bu yazılar camın üzerinde iz bırakmıştı. Yatağından anice kalktı ve hiddetlenerek camın bütün buğusunu bir çırpıda sildi. Pencereyi temiz bir sayfanın şeffaf halinde bıraktı. Sokakta hayat daha da belirginleşti. Kasvetli bir sabahı süslüyordu yağmur. Bir süre insanları izledi penceresinden. Onlara bolca küfretti. Kol kola gezip birbirleriyle gülüşen çiftleri, köşede ayakkabı boyayan genci, babasından pamuk şeker isteyen küçük kız çocuğunu gördü.

Yüzünü biraz yıkayıp kendine gelebilmek için gövdesini çevirdi. Başı hala penceredeydi. Tam yürümek üzereyken sokağa bir çiftin girdiğini gördü. Burnunu aniden pencereye dayayıp onlara dikkatlice baktı. Kız, gencin koluna girmişti. İkisi de yürüdüğü zemine bakıyor ve hiç konuşmuyorlardı. O an, büyük bir haykırışla başını iki kolunun arasına aldı. Yüzünde büzüşük ve acı bir ifade oluştu. İniltiler çıkardı gırtlağından.

Hemen üstüne başına göz attı. Üzerinde akşamdan kalma bir kot pantolondan başka hiçbir şey yoktu. Askılıktaki ceketini üzerine alıp kapıya koştu. Bu sırada gecenin ertesinden kalan şarap şişeleri de ayaklarına dolandı. Apartman merdivenlerini iniltilerle tüketti. Sokağa indiğinde soluk soluğa etrafına baktı. Çift, sokağın derinlerine doğru gidiyordu. Onların peşinden var gücüyle koştu ve kızın kolundan tutup çekti. Ne olduğunu anlamayan kız, onunla burun buruna geldi.

Henüz “Ne oluyor?” demeye kalmadan yanı başındaki genç, adamın yakasına yapıştı. “Sen Kimsin?” dedi. Dili düğümlenmişti adamın. Üzerine geçirdiği ceketi de parça pinçik olmaya başlamıştı. “Ben...” dedi. Kızın yüzüne dipsiz bir kuyuya bakar gibi baktı. Bir süre sonra adamın yüzünde acı bir ifade belirdi. “Ben sadece onu birine benzettim.” Genç, şaşkın bakışlarıyla ellerini adamın yakasından indirdi. Hiçbir şey söylemeden kollarının kuvvetini adamın göğsünde toplayıp onu sertçe itti. Adam dengesini kaybedip yere düşmüştü. Kız ise yüzündeki şaşkınlığıyla hala adamın gözlerinin içine bakıyordu.

Genç de kendisini silkeleyip olan bitene bir anlam kazandırmaya çalışırken etrafına bakındı. Sokak tenha sayılırdı. O esnada bir apartmanın penceresinden sarkan orta yaşlı bir kadınla göz göze geldi. Kadın ona seslenerek: “ O buraların delisi sayılır. Ara sıra sokaktan geçen kızların peşinden koşar. Onlarla konuşmaya çalışır. İstediği cevabı alamayınca da onları birisine benzetir hep.” Dedi. Genç, yüzündeki sert bakışı yumuşatmaya çalışarak başını tamam manasında salladı.

Adam hala sokağın ortasında yerdeydi. Gözlerini asfalta mıhlamıştı. Bedenini hafifçe ileri-geri sallayarak anlaşılmayacak kelimeler mırıldanıyordu. Genç, sert bakışlarını acınacak bir ifadeyle birleştirdi. Adama yönelip onu yerden yavaşça kaldırdı. Birkaç saniye boyunca adama baktı. Adamın gözleri ise hala asfalta çakılıydı. İki dudağının arasında hep aynı kelimeler vardı. Mırıldanıyordu: “Yoksun sen, yoksun sen, yoksun sen…”
Adamı kaldırımın kenarına oturttu genç. Sonrasında kız arkadaşının yakınına ilişti. Kıza uzun uzun baktı.
“Bana elini ver.” Dedi. Şimdi kızın ellerini daha sıkı tutuyordu. Onu yanaklarından öptü ve “Hadi buradan gidelim.” Dedi. İki sevgili arkalarında bıraktıkları adama bir yandan bakıp bir yandan da gözden kayboluyorlardı.


Onlar yağmurda yavaşça kaybolmaya başlamışken adam, asfaltta çakılı kalan gözlerini kızın gözlerine dikti. İkisi, miyop bir sisin ardına karışıp görüntüden kaybolana dek adam, kızdan bakışlarını ayırmadı. Ardından oturduğu kaldırımdan yavaşça kalktı. Dudağında yine aynı mırıltılar vardı. Giden çiftin yoluna bakıp bir yandan da gülümsüyordu. Küçük adımlarla yürümeye başladı. Geldiği apartmana geri döndü. Basamakları ardında bırakıp dairesine vardı. Yüzünü yıkadı ve ıslak suratını kurulamadı. Kahkahalara başlamıştı. Akşamdan kalan şarap şişelerinin dibini yokladı. Yarı dolu bir şarap şişesini sol eline aldı ve pencereye yöneldi. İçinde sakladığı bütün sıcak nefesi camın üzerine boşalttı. Bir süre önce silip yok ettiği yazılar buharla yeniden kendini belli etti. “Yoksun sen.”

Geri çekildi ve buharın içine çakılan bu kelimeleri bir de uzaktan izledi. Kahkahaları daha da güçlenmişti. Ardından pencerenin camını açtı ve dışarıdaki siyah-beyaz gökkuşağına baktı. Sokaktan geçenleri tekrar izlemeye başlayan adam tekrar mırıldandı: “Yoksun Sen.”.



Fatih Öztürk

12 Şubat 2010 Cuma

Raylar Ve Vagon


Hayat bir trende sabahın en erken saatini geçirmek gibiydi bugün.
Hangi vagona bakarsam boş, bomboş bu hayat treni. Yine aynı adımı attım trenden içeri. Yine ve sürekli, titrek ilerlemekteyim soğuğa doğru. Benim önümde gittikçe kararan bir istikamet; trenin altında ise hasarlı raylar var. Bu oksijen bana çok fazla...

Gözlerimi her kırpıştırdığımda daha sepya oluyorum. İşte, bir istasyon daha. Ben ürkekçe pencereye yaklaşıyorum, kimseye çarpamıyor rüzgar. Ve rüzgar boş istasyondan kendisini kuzeye savuruyor. Her istasyonda umutsuzluklar taşırıyor bardağımı.

Anımsamaktayım geçmişten birkaç yolcuyu... Bir istasyonda binip diğerinde inen yolcular. Onları hatırlıyorum bugün. Raylar altında ezilen ve parça parça olan cesetleri hatırlıyorum. Bakıyorum dibe doğru... Yıllar önce buharını deşip saydamına dikilen kalpleri, camlara yazılmış baş harfleri. Vagon duvarları çiziklerle dolu...

Anlatamayacak kadar kararıyor şimdi. İlerleyememek yok... Sabahın bu erken saatlerinde, güçsüz bir güneşim var. Ve sabahın bu erken saatlerinde, iyi geceler hayat...

Yalnızlık ömür boyu.

Fatih Öztürk

22 Ocak 2010 Cuma

Buz Yüzlü Sert Kış



Hani herkesi yüzünden tanırız ya. yüzlerde anlarız her şeyi. kış da hayatımızın kızgın, üzgün ve asi yüzü. kış ne kadar somurtkansa o kadar rüzgar savuruyor paltomuza, montumuza. kış ağlıyorsa iliklerimize kadar buz tutuyoruz. üşümek vardır sizi derinden sarsan. biri kanınıza girmiş gibi. biri sizi tutmuş silkeliyor gibi, titretiyormuş gibi...

Güneşin acizliğini gösterir kış, sıram geldi der, bağırır ve siz ürkersiniz. hep sinirlidir, çünkü yalnızdır kış. eşi benzeri olmayan agresif bir mevsim. bir başka tadı, bir başka rengi... siyah beyaz bir filmin en parlak sahnesi.

Öyle hiddetlidir ki kış, çırılçıplak yapar her şeyi. utanır tüm gökyüzü, utanır tüm ağaçlar. sonra bembeyaz bir elbise giydirir ki dünyaya sormayın. hani buharlı camlara yazılar yazar, resimler çizersiniz. ayaklarınızı birbirine sürtersiniz. üzerinize bir battaniye alıp sıcak kahvenizden yudumladığınız olur. kaskatı kesilseniz de sıcacık olur içiniz. bir sobanız da varsa kestaneler çığırır yana yana...
bizler bu yüzden kışa özeniriz; çünkü çok güçlüdür bu mevsim. dışarıdaki sertliğe özenirsiniz. miyop bir pencereden bakıp rüzgara özenirsiniz. ne kadar güçlüdür değil mi rüzgar? o çırılçıplak dallar bile dile gelir rüzgar yüzünden. sonbaharla inatlaşmış yapraklara acımaz. gaddardır. görünmeyen bir uğultudur. beyazlara özenirsiniz. tertemiz eder dünyayı, sokakları ve mahalleleri saflığa kavuşturur. soğuğa özenirsiz siz de kızdığınız zaman. insanları oradan oraya kaçıran ve eve koşturan asi soğuğa. kızarsınız ya insanlara...

Kışı bazen gülümserken görebilirsiniz elbette. o vakit ak inci tanelerini gökyüzünden düşürmüş bize kartopu oynatıyordur. geceleri uğultusuyla konuşmaya çalışır bizlerle. o "merhaba?" der lakin bizler onu duyamayız. sonra o yine somurtur ve yağmurlar durmadan günlerce yağar. kısa sürer tebessümü ve o ağladığında sessiz ve derin bir soğuk vardır. ıssızdır mahalleler. kimseyi bulamazsınız sokaklarda. zaten nefes alanı da hemen fark edersiniz. bir buhar makinesi gibi olur insanlar kışın tam ortasında. kışın uykuya dalmak bir başka hoş, bir başka elzemdir. irkilirsiniz yatakta. tatlı bir üşüme gelir vücudunuza. tabi şanslıysanız ve sıcacık bir yatağınız, dört duvarınız varsa... işler daha yaver gitmişse dışarıda yağmur yağıyordur. yağmurun sesiyle uyumak başka bir güzeldir.

Bilmiyorum kim sever üşümeyi? ben pek fazla seviyorum. tabi öyle donacak kadar değil. mesela arada gelip sizi irkilten, bi anlık titremenizi sağlayan o hafif soğuk var ya... hani tüyleriniz kalkar ve ellerinizle kollarınızı ovalarsınız. iki elinizi birleştirip avucunuzun içine sıcak bir "hooh" dediğiniz olur. bunu seviyorum işte. bu esnada kendime sarılmak gelir içimden. güç bela omuzlarımı kaldırır ve kollarımı birbirine bağlarım.

Bazen pek ani geliyor bu mevsim. öyle birden sarıyor tüm elbiselerimizi. kolay kolay da gitmiyor, ne kadar sert ve somurtkan olsa da yalnızlığını dizginleyecek bir yer arıyor kendine. ama eninde sonunda terk ediyor bizleri. vaktim geldi diyip tüm gözyaşlarıyla alıp gidiyor her şeyini. nasıl olsa döneceğim diyor. sıkıldım sizden diyor. velhasıl bağırıyor, çağırıyor, birkaç çığlık atıp kayboluyor. yerini ılık bir tesire bırakıyor.

Bize yaşadığımızı hissettiriyor bu mevsim. kimisi nefret ediyor, kimisi kendini buluyor. ancak ne olursa olsun bize nefes aldığımızı, üşüdüğümüzü ve var olma çabamızı hissettiriyor. ve siz ona tam alıştığınızda o çekip gidiyor aniden. yine geleceğim diyor. yine üşüteceğim seni, yine kızacağım sizlere ve yine ağlayacağım...


Fatih Öztürk

Bir kış gecesi: 04.25