14 Ocak 2012 Cumartesi

İhtiyarın Kelebeği



Ben çok yaşlı biri değilim. Aslına bakarsanız hayatımın üçte biri bile bitmiş değil. İnsan olarak hayatımız uzun. Hatta bazen gerektiğinden fazla uzun... Özellikle de diğer canlılara göre. İnsanlar kendi ölümlerinden korkar hale gelebilecek kadar uzun yaşıyorlar mesela. Tabii ki insanın hayatının uzun olmasının başka berbat yanları da var. Aynaya bile bakamayıp yatağın birine mahkum bir ihtiyarın çilesi, kimi zaman ölümden beter olur.

Ama insan, hayatının uzun olduğunu ne zaman fark ediyor biliyor musunuz? Ben söyleyeyim;
Herkes bir bir yok olduğu zaman, ışıklar bir bir kapandığı zaman, ya da zamanın olmadığı zaman.

Issız bir acının içine düştüğün an, zaman asla geçmez. İstersen sabah olsun, istersen takvimleri tüket hiç fark etmez. O zamanın yine geçmediğini hissedersin. Çünkü yarın da, ertesi gün de o ıssız acının batağındasındır. Bu yüzden hayat pek uzun ve oldukça uzun olacak.

Ben,  insanın hayatının yanı sıra kelebeklerin çok kısa yaşadığını duymuştum. Kimileri birkaç saat, kimileri de sadece birkaç mevsim yaşayabiliyormuş. Kelebekler geliyor aslında aklıma. Aslında aklıma gelmiyor; ben onlar gibi hissediyorum. Bir ışığa, sadece tek bir ışığa çırpınırcasına ulaşıyor onlar. Dans ediyorlar. Dönüp dolaşıyorlar ışığın altında. Yaşadıkları o büyük mutluluğun ardından ölecek olduklarını bilmeden, sırf bu ışığa çırpınıyorlar. Hepsi kalabalık ve hepsi yalnız… Ancak yine de dans ediyorlar.

Bir karanlık gelecek küçük kelebek, öleceksin.
Işıklar yavaş yavaş sönecek. Yorgun düşeceksin.

Kısa bir hayat işte. Ben de bir ışığa çırpındım. Hep yanacağını umarak o ışığın etrafında mutlulukla dans ettim. Işığım için uzun süre kozamda bekledim. Işığımı hayal ettim. Bekleyişim de çırpınışım da ışığımaydı. Ve ışıklar söndü…

Öldüm.

Bir kelebeğin ölümüne benziyordu işte benliğim. Etrafında dans ettim senin, gülüyordu yüzüm. Işığım sendin. Uçabiliyordum bu şehrin üstünde. Kanatlarım vardı. Ta ki sen ışıkları kapatana kadar…

Ne bir adım ilerisi, ne de bir adım gerisi var şimdi. Sıkışmışım. Kapanıyor gözlerim.

Zihnimdeki senle oyunlar oynuyoruz. Ellerimi tutuyorsun ve gülüşüyoruz. Seslerimiz yankılanıyor soğuk duvarlarda. Kızıl saçlarını tarıyorum ve boynuna bir öpücük konduruyorum. Ardından aynadan silinmeye başlıyor yüzün. Kırmızıya dönüyor her şey, bağırıyorsun çılgınca. Çehrende bir zelzele kopuyor. Hiddetli bir Fırtına vücudunda… Yerle bir oluyor her şey.  Kan kızıl bir görüntüden irkilişle açılıyor korku dolu göz kapaklarım.”  Ve açılıyor gözlerim. Karanlık…

Yalnızlık mı? Keşke yalnız olsaydım.
Zaman en kıymetsiz misafirim. Yalnız değilim. Bir karanlığın içine sinmiş köhne bedenim. Zaman Karşımda duruyor hareketsizce, zamanın elleri boş. Zaman kırık dökük boşluğa bakıyor, zaman duraksamış. Zamanın gözlerinin içi bir hiç ve zaman suskun…

İşte hayat bu kadar uzun,
Ve bu kadar da kısa.



Fatih Öztürk

1 Ocak 2012 Pazar

Yoksun'luğum



Deştikçe birikiyor,
Tırnak uçlarıma takılıyor da geçmiyor zaman.
Çehreme düşüyor ağırlığınca parmaklarım.
Kanla karışık bir kasvete yakışıyor bütün yeryüzü.
Ve yağmurlu salıncaklarından düşüyor başım.

Fırtınanda uçurtmalarım,
Savruldukça sessiz, sensiz ve ağlamaklı;
Gecesini boğmuş gözlerinin içine tutsak.
Kara bulutun kucağında ellerime mahçup...

Güz, kan ve kasvet.
Delik deşik yüzümde bir deniz,
Battıkça sessiz, sensiz ve ağlamaklı.
Üstüste binmiş çığlıklar gibi.

Bak!
Hıçkırıklarım üstünde yürüyorsun;
Bir çelme takıp gırtlağıma,
Sızlatırcasına topuklarından...

Ve şimdi,
Kumaşlar çekiliyor aciz ruhumun üstüne.
Ne bu dünyadan yoksun,
Ne de bu hayata aitmiş gibi.
Ve benliğimi sürüklüyorum bir ceset gibi,
Gittiğim her yere...



Fatih Öztürk

Mutlu Yıllar



Bazen mısra hudutlarından öteye koşmak gerek. Çünkü yine bazen; hiçbir cümle, başka bir cümleyi kurmamak için yeterli olmuyor. Susturamıyorsun kendini, nitekim bugün de öyle günlerden biri.

Ben koşmak istiyorum hiç yorulmadan, haykırmak istiyorum nefesim tükenmeden, sesim kısılmadan. Bir trene binmek istiyorum son durağı olmayan ve bir yola düşmek istiyorum asla sonu gelmeyen… Zamanın ne hızda geçtiğini artık anlayamıyorum. Ne bir adım öteye gidebiliyorum, ne de bir adım geriye. O kadar içime sindim ki, o kadar büzüştüm ki kendimden geriye, konuşamıyorum bile. Bu yazdıklarımın bile nereye varacağını bilmiyorum aslında.

Düğümlenmiş boğazım; sadece içimde bir çocuk, susmuyor… Ve ben bir gölgeye pusmuş gibiyim. En güzel ışıklar yanarken dünyanın her yerinde, ben bir gölgeye pustum. Yalnız kalmayacaktım ben hani. Tek başıma hissetmeyecektim. Düşmeyecektim dipsiz kuyunun birine… Öyle söz vermiştin.

Gece yarısına doğru ilerliyor zaman...

Havai fişekler patlıyor gökyüzünde. Yeni bir yıla giriyor herkes. Dünyanın birçoğu da mutlu olmalı bu yüzden. En azından öyle görünüyor. Herkes birbiri için umut, aşk, sağlık, mutluluk ve para diliyor. Sanırım ben, zamanın biraz gerisinde kalmışım. Bugün benim için gece yarısına asla vurmayacak vakit.

Yoksun’luğum var benim. Kaçak tren yolcusuyum. Soğuk ve yağmurlu bir hava…  Islak saçlarım ve paltom üstümde. Bir şemsiyem olsaydı keşke diyordum ama… Vermeyi unutmuştur belki de.  Apartmanlardan kahkaha sesleri yükseliyor, mutlu aile tabloları. Oysa benim bir çerçevem bile olamamıştı. Kimse yok. Herkes bir yıl daha eskitmek için dakika sayıyor. Takvimler değiştikçe her şeyin değişeceği umuduyla bekliyor insanlar. Onlar öyle beklerlerken ben, İstanbul’ un her köşesine acımı kusuyorum.  Keşke bu gece hiç sabah olmasa diyorum. Keşke bana reva görse ölümü Tanrı, soğuk ve eski yatağımda.

Keşke mutlu kalmış bir günümde sıkışsam ve o vakit zaman dursa. Ne takvimler olsa ne de saatler. Gözlerim yitiriyor gün geçtikçe kendini. Aynada her geçen gün suratım daha da bulanıklaşıyor. Umutlarımı her geçen gün kaybediyorum. Sevilmeye dair umutlarımı. Şimdi İstanbul’ un denizine kusarken bütün umutlarımı, hepsi teker teker sahillere ölüymüşçesine vuruyor.

Böylesine yalnız olabileceğimi hiç düşünmemiştim ben. Böylesine geride kalabileceğimi... Dipten bir yerden sesleniyordum sana ama duymuyordun hiç sesimi. En çok sana ihtiyacım vardı benim ama tutmuyordun hiç elimi. Bazen takvimler sayıları göstermiyor işte. Sayıların yerini koca bir siyah alıyor. Öyle ya, yılın son gününde, son takvim yaprağı elini yakıyor insanın.

Sevdikçe bekliyordum ben seni. Sevdikçe daha çok... İşte çok sevince insan, çok bekliyor. Belki de bu beklentiler beni dibe düşürdü, arkada bir yere attı. Ve ben, titrek battaniyemde kırık kemiklerimle yattım. Kaldırım taşlarında çamura karıştım. Benim için hayat sen tarafından sevildikçe güzeldi, şimdi ne yeni yıl, ne de başka bir an… Ben ruhuma sarıldığın o vakitlerde kaldım.

Ardından baktım öylece ben. Elimde bir bavul, tren raylarına dikildi gözlerim. Şimdi hayatımın hangi durağındayım bilmiyorum. Titrek ellerimde cümlelere sığınmış bir haldeyim. Aklımın çatısı akıyor, kalbim bir uçurumdan sarkık. Ne uyumak ne de uyanmak istiyorum. Öyle ki, ölüm gelse tutmam.

Sayın geriye doğru. Yansın İstanbul’ un tüm ışıkları. Nasıl olsa her ışığın bir karanlığı vardır. Parladıkça gökyüzü, ben bu şehrin köşelerine düşeceğim ve gölgelerine pusacağım yine.

Mutlu yıllar.



Fatih Öztürk