23 Kasım 2013 Cumartesi

Çember / Part 1




Şehir, ışığını ardında bırakıp çoktan karanlığın içine sızmış kurtlar gibi diriydi. Uğultulu rüzgârın kuşattığı soğuk bir kış akşamıydı ve onun zihni, tüm bu olanları yok sayarak kara kaplı iki kanadın, gökyüzünün dipsiz yoğunluğunda dans edişini izliyordu. Caddeler hız kesmezken o donuktu. Onun taze bedeni, ölüm döşeğindeki ruhunu taşıyamıyordu. Tüm bu karmaşıklığın arasında yürüyordu Dora. Zaman birbiri ardına dizilmiş apartmanların ayakları altından akıp giderken o, siyah paltosunun iki yakasını üşümemek için çekiştirdi. Sert rüzgâr, uzun siyah saçlarını savuruyordu dört bir yana. Yanında çocukluğundan kalma arkadaşı Cenk ile birlikte ikisi de yürüyerek birçok sokağı geride bırakmış, gidecekleri yere neredeyse varmışlardı. Ancak ikisi de dakikalardır tek bir kelime bile konuşmamıştı. Bu esnada Dora’nın ciğerlerinden ince bir öksürük koptu. Ellerini cebine attı, titriyordu. Cenk, dalgın bir halde yürüyen Dora’ya anlamsızca bakmaya başladı. Merak edercesine sordu:

-          Neyin var Dora?
-          Ha? Efendim?
-          Neyin var diyorum? Seni iyi görmüyorum.
-          Niye böyle düşünüyorsun?
-          Sesin dahi çıkmıyor Dora. İyi görünmüyorsun ve her şeyden uzaklaşıyor gibisin.
-          Biraz dalgınım bu aralar Cenk. Yorgunum sadece.
-          Sen dalgın değilsin Dora. Bir şeylerin içine düşüp kayboluyor gibisin. Neler oluyor? Uzun zamandır oturup doğru düzgün konuşmuyoruz bile.
-          Sadece büyüyoruz Cenk. Yakınlaşıyoruz, yakınlaşıyorum…
-          Ne? Neye yakınlaşıyorsun?

Dora sustu. Susmalıydı. İçindeki fırtınayı kendisinin dışında kimsenin anlamayacağını biliyordu. Bu yüzden sessizlik daldı yine iki eski arkadaşın arasına. Derin bir yolda yürüyorlarken gitmek istedikleri yere ulaştıklarını fark etti Cenk. Sorusu yarım kaldı, cevap alamadı. Zaten cevap vermek istemiyordu Dora. Yol boyunca kaldırıma dikmişti gözlerini. Cenk’in suratına dahi bakmamıştı.

-          Geldik işte.
-          Başka kim var?
-          Birkaç arkadaş daha.
-          Biraz oturup kaçarım ben. Kalabalık burası. Sevmiyorum biliyorsun.
-          Ne demek sevmiyorum? Seni özellikle çağırdım ben Dora, biraz kafa dağıt, otur, konuş, sohbet et diye. İnsanlarla beraber ol diye…
-          Çok fazla insan var Cenk. Bunalıyorum, kalabalıktan hoşlanmıyorum.
-          İtiraz istemiyorum Dora. Bizimle birliktesin. Hem tanışmanı istediğim bir kız var.
-          Ne kızı? Kimseyle tanışmak da istemiyorum.
-          Bırak mızmızlanmayı artık Dora. Gel benimle!
-         

Mekândan içeriye girdiler. Dora’nın suratı bir güz ağacı gibiydi. Tüm yapraklarını dökmüşçesine çırılçıplak ve sertti. “Biraz gülümse.” Dedi arkadaşı. Dora ise insanların karmaşık uğultusundan başka hiçbir şeyi duymuyorken gülümseyecek bir şeyi olmadığını da biliyordu. İnsanların dudaklarından çıkan kelimeler buharlaşıyor, mekanın içine yansıyor ve havaya karışıyordu. Gözlerini kısarak mekanın içerisinde ürkekçe yürüdü Dora. Amber renkli duvarlara asılmış loş, sarı lambalar arasından süzüldü. Yuvarlak masaların etrafına yerleşmiş insanlarla doluydu içerisi. Duvar kenarındaki kimi masalarda içki içip gülüşen çiftler, gölgenin hâkim olduğu masalarda ise sarhoşlar yatılıydı. Sigara dumanı, mekânın her tarafını sisli ve dar bir hale çeviriyordu.


Birkaç kişinin bulunduğu bir masaya oturdular. Masada onları bekleyen Uras, Derin ve Öykü vardı. Kısık bir sesle selam verdi Dora herkese. Oturdu, ellerini masanın üzerine koydu ve parmaklarını ovuşturmaya başladı. Gözleri hareket eden parmaklarına daldı. Cenk masadakilere döndü ve Dora’yı diğerleriyle tanıştırdı. Dora ise kendi bulunduğu içleminden sıyrılarak herkese tek tek memnun oldum ifadesiyle gülümsemeye gayret etti. Sonrasında tekrar ellerine kenetlendi.

Herkes masada yerini almıştı. Birkaç hal ve hatır sohbetinin ardından sonra Cenk, masadaki bütün arkadaşlarına dönerek;  “Ee ne içiyoruz bu akşam? Herkese bir yetmişlik yarar değil mi?” Dedi. Dora ise Cenk’ e dönerek: “Bana yaramaz.” Dedi.

-          Dora… Hadi ama. Bu gece biraz gevşe, bırak şu inadını.
-          İçki kullanmadığımı iyi biliyorsun. Siz için… ben bir şey içmeyeceğim.
-          Bari bu akşam ayak uydur Dora. Bir kerelik…
-          İçmeyeceğim dedim. Ayık olmam gerek. İçemem.
-          Bu akşam düşünecek hiçbir şeyin yok Dora...
-          Kesinlikle var.

Herkes ortamın bir an gerildiğini düşünerek sustu. Cenk durumu kurtarmak isteyerek: “Siz aldırmayın ona, biz hep böyle takışırız. Hadi alalım biraları.” Dedi. Dora önüne döndü. Cenk ise Dora’ya doğru eğilerek kısık bir sesle: “Öykü’yle tanışmalısın. Tam sana göre bir kız. Ona senden bahsettim ve seni merak ediyor. Hadi konuş onunla, onu senin için çağırdım.” Dedi. Dora, kendini anlam veremediği ve istemediği bir karmaşa içinde bulmuştu. Anlamsızca Cenk’e baktı. Cenk ise Dora’nın kendisine göre bir kızla tanışmasını diliyordu.

Cenk’e göre Dora, aşık olup birlikte vakit geçireceği bir kızla tanışırsa mutlu olabilecek ve sürekli kendi içine doğru kapanmaktan vazgeçecekti. Bu yüzden Öykü’ye Dora’dan bahsetmiş, Öykü ise Dora’yı pek merak etmişti.  Ne de olsa insanlar içlerindeki kocaman boşlukları sevmezdi. Çünkü kocaman boşluklar, büyük yalnızlıklar demekti her zaman.  Öykü ise boşlukların getirdiği yalnızlıkları sevmiyordu. Dora’ nın düşlediği gibi biri olabileceğini düşünüp onu merak ediyordu. Ancak Dora, Cenk’in bu tavrından hoşlanmayıp gözlerini Cenk’in gözlerine sertçe dikti. Çehresinde azarlayıcı bir bakış vardı. Ortamın daha fazla gerilmesini istemeyen Dora, hiçbir şey söyleyemeden tekrar önüne döndü. Cenk de daha fazla ısrarcı olamadı.

Başka şeyler düşünmeliydi Dora, kafasının içinde dipsiz, fırtınalı bir deniz vardı. Hırçın dalgalar ruhuna çarpa çarpa onu yiyip bitirmekteydi. Yine o denizin dalgalarında boğulmaya başlamışken bir anda masada büyük bir kahkaha patladı. Dora başını kaldırıp diğerlerine baktığında Öykü’yle göz göze geldi. Ancak gözlerini kaçırdı, tekrar başını öne eğdi.

“Dora başını önüne eğdiğinde bir an için, bilmediği bir sebeple Öykü’yü düşünmeye başlamıştı. Yüzünü kaldırıp Öykü’ye bakmak istedi ve yüzünü kaldırmasıyla tekrar Öykü’yle göz göze gelmesi bir oldu. Bakışları dondu. Öykü’ye bakarken oturduğu masa aniden kuzgun bir ormana dönüştü. Dora,  kendini bu ormandan kaçmak isterken buluverdi. Belden üstü çıplak halde durmadan koşuyordu. Ağaçların üstünde araf bir günbatımı vardı. Gökyüzünün kırmızı ve siyah çehresinin altındaydı Dora. Soğuk tüm bedenine işlemişti. Nefes nefese bir halde koşarken ayağı takıldı. Zakkumların üstüne düştü. Yüzünün üstü toprağa çakıldı ve çıplak bedeni zakkumlar arasına karıştı. Canı acıdı. Birden irkildi ve gözlerinin önündeki vizyon, acı bir titreyişle sona erdi.”

Dora kendine geldiğinde gözleri aniden açıldı. Tedirgin bir halde etrafına baktı. İnsanların dikkatini çekip onları korkutmaktan endişelenmişti. Çünkü bu gördüklerinin esiriyken kendisinin dışarıdan nasıl göründüğüne dair en ufak bir fikri yoktu. Herkesin kendi sohbetine ait olduğunu gördüğünde ise rahatladı. Zaten Öykü, çoktan çekmişti gözlerini Dora’nın gözlerinden. Kimse onu fark etmemişti bile.

İçten içe hiddetlendi Dora, elleri bir yumruk halini almıştı. Düşündükçe parmakları, avucunun içinde daha fazla eziliyordu. Bu lanet çemberin içerisinden çıkmak istiyordu ancak bu ateş dolu çemberin sınırlarına bile yaklaşmak onun için gittikçe zorlaşmıştı. Sonu gelmeyen karanlık bir kuyunun içine düşerken tutunacak bir şeyler arıyordu. Daha fazla düşmek istemiyordu. Biraz daha tükenmek istemiyordu. Tüm bu kara düşüncelerin içerisinde savrulan Dora’ nın donmuş gözbebeklerinin önünde ise sadece Öykü’ nün bir çift eli duruyordu. Kendi yumrukları masanın altında saklanırken gözleri, sadece öykünün ellerine bakıyordu. Derin bir nefes aldı Dora, ellerini serbest bıraktı. Ateş yüklü çemberinin sınırlarına doğru yürümeye başladı. Gözleriyle Öykü’nün pamuk ellerinden narin kollarına doğru uzandı. Ardından omuzlarından dudaklarına… Aklını kaçırıyormuş gibiydi, gözleri donuk ve başı hareketsizdi. Dikkatlice Öykü’yü seyrediyordu.


Küçücük elleri arasındaki bardağın dibine dalmıştı Öykü. Kar beyazdı teni. Sarı ışıklar altında savruluyordu saçları. Ve saçları dans ettikçe kızıldan kan kırmızıya dönüşüyordu. Çehresinin her iki yanından kan kırmızı nehirler akıyordu omuzlarına doğru. Gölgeler içinde kalmış gözleri simsiyah bakıyordu. Birden bakışlarını bardağın dibinden ayırdı. Sıkılgan bir tavırla başını havaya kaldırıp gözlerini tavana dikti. Naif yüzünün üstünde lambalar çalkalandı. Kim bilir neler düşünüyordu… Çantasının içinden bir sigara paketi çıkardı. Ağır hamlelerle sigarasını yakarken gözlerini kıstı. Ardından Dora’ya doğru baktı. Dora ise bu sefer gözlerini kaçırmadı. Sonuna kadar açılmış gözlerinin içi dahi kıpırdamadı. Öykü, Dora’ya doğru yaklaşarak: “Ee? Sigara da mı içmezsin sen?” Dedi. Dora vücudunun hiçbir azasını kıpırdatmadan şuh bir cevap verdi:


-          Hayır, içmiyorum. Hiç içmedim.
-          Hiç merak etmedin mi?
-          Hayır, etmedim. Ama bu akşam içmek istiyorum.
-          Ne?
-          Bu akşam sigara içmek istiyorum.
-          Neden onca yıl değil de bu akşam? Bana şaka yapıyorsun herhalde.
-          Hayır, ciddiyim. Benimle sigaranı paylaşır mısın?
-          Elbette paylaşırdım, ama paketten aldığım son dalımdı bu.
-          Bir dal içemem, ilk sigaram olacak biliyorsun, elindeki sigarayı kastetmiştim.
-          Elimdeki mi? Olur, neden olmasın. Ama şimdiye dek başlamadıysan başlamanı istemem.
-          İlk ve son olacak zaten.
-          Peki al. Dikkatli ol, ilk kez deneyeceksen öksürürsün.


Dora, yarısı bitmiş sigarayı iki parmağının arasından iki dudağının arasına doğru uzattı. Gözlerini kapadı ve dumanı duraksamadan içine çekti. Çektiği anda sıkı bir öksürük patlattı. Gözlerini kızıl çatlaklar sardı. Sağ elinde sigarası ve sol elinde göğsü vardı. Dumanlar arasından öksürüklerini kusuyordu. “Demiştim…” dedi Öykü. Dora öksürüklerine aldırmadan, sigaranın kalan kısmını da deli bir adammışçasına bir çırpıda içine çekmeye çalışıyordu. Gözleri hala Öykü’ye aitti. Soğukkanlı bakıyordu.


Olanları fark eden Cenk, sarhoş bir tavırla Dora’ya döndü: “Ne yapıyorsun sen?” Dedi. Dora aldırmadan bir fırt daha çekti, sonra bir tane daha… Sigarayı bitirmişti. Bitirdiği sigarayı elinde sımsıkı tuttu ve bir an duraksadı. Şehrin tüm binaları üzerine yıkılıyor gibiydi. Adım attıkça acısı katlanıyordu. Nereye kaçsa bir gölge içine düşüyordu. Asi bir denizin dalgaları gibi Öykü’ye gidip geldi gözleri. Bir karar veriyor gibiydi. Göğsünden içeri aldığı derin nefesi bir süre tuttuktan sonra bir anda dışarıya saldı. Sigaranın kalan filtresinden tutup Öykü’ye uzattı. Sonrasında Cenk’e dönerek: “Gidiyorum.” Dedi.  Siyah paltosunu bir çırpıda giyinmeye başladı.

Cenk şaşkındı. Oturduğundan beri fazla içki tüketmişti, alkolün verdiği etkiyle Dora’nın yüzüne anlamsızca bakıyordu. Ardından “Ne halin varsa gör.” Diyerek önüne döndü. Birasını yudumlamaya devam etti. “Ben de öyle düşünmüştüm.” Dedi Dora. Öykü ise olan biteni şaşkınlıkla izliyordu. Olağanın dışında bir şey olduğunu fark etmişti. Ayağa kalkıp gitmek üzere olan Dora’ya seslendi: “Ben de kalkıyordum, beraber çıkalım mı?

Dora ve Öykü, rüzgarın uğultusunda ve şehrin karmaşık sokaklarında yürümeye başladı. Tedirgindi Dora, gözleri apaçık bir biçimde kaldırıma bakıyordu.  Hızlı ve kocaman adımlar atıyordu. Saniyeler kafasına bir balyoz gibi çarpıyordu.

-          Biraz yavaş yürüsek olur mu? Senin kadar hızlı yürüyemiyorum.
-          Olur.
-          Acelen mi var yoksa?
-          Yok, acelem yok.
-          İyisin değil mi?
-          İyiyim. Vakit geç oldu, seni eve bırakayım?
-          Peki, olur.

Dora suskunca ilerliyordu. Yavaş ve titrek adımlar atıyordu. Öykü ne tarafa yönelirse onu takip ediyor ve konuşmuyordu. Öykü ise onu tanımadığı için pek fazla soru sormuyordu ancak Dora’ ya endişeli gözleriyle bakıyordu. En sonunda Öykü’nün evine vardılar. Şehrin içine saklanmış küçük bir apartmandı bu. Kapının önünde ikisi de durdu. Dora başını kaldırıp Öykü’ye baktı. Yüzünde kararlı ve yorgun bir adamın bakışları vardı. Fakat bir hikaye anlatmak istercesine parlıyordu gözleri. Dilinin ucunda biriken kelimeleri bir cümleye bile dönüştüremeden öylece Öykü’ye baktı. Konuşamadan sustu.


-          Memnun oldum Öykü.
-          Ben de Dora. Sen nereye peki?
-          Biraz yürüyeceğim.
-          Hava pek soğuk ama…
-          Olsun.
-          Peki. Kendine dikkat et, görüşürüz sonra.


Dora sırtını dönüp yoluna koyulduktan sonra acı bir gülümseyiş sergiledi yeryüzüne. “Kendine dikkat et, görüşürüz sonra...” Diyerek mırıldandı kendince. Tekrar etti defalarca. Ardından Beton kaldırımlar üstüne yakıştırdı kendini. Adımlarını yavaş yavaş hızlandırdı. Gök kubbedeki ay, sırtında duruyor gibiydi. Sokak lambalarının altından akmaya başladı vücudu.


Dora, attığı adımlarla biraz uzağa konuşlandığında Öykü, girdiği apartmanın kapısından sıyrılıp Dora’ nın savrulan ceketine ve uzağa doğru savrulan adımlarına baktı. Endişeli ve tedirgin olan Öykü, Dora’nın nereye gideceğini merak etmekle birlikte Dora’ ya karşı bir şefkat ve koruma içgüdüsü beslemeye çok erkenden başlamıştı. Dora’ nın bir sınır ötesine baktığını bu gece önemli bir karar aldığını Öykü değil bir başkası da olsa anlardı. Kendini fark ettirmeden adım adım onu takip etmeye başladı. Yaptığının deliliğe eşdeğer olduğunu bilse de bu Öykü için şaşırtıcı bir şey değildi. Öykü ani kararlar verebilir ve ani hislerinin dürtülerine cevap verebilirdi. Dora ise yürüyordu ve yürüdükçe daha çok uzaklaşıyordu kalabalıktan. Şehrin uç noktalarına doğru gitmek için adımlarını sıralıyordu.

Her an, aynı biçimde kopan küçük kıyametleri düşünüyordu Dora. İnsanlar kaldırımlar üstünde her gün aynı biçimde can çekişiyor, binalar gökyüzüne uzanmak adına birbiriyle yarışıyordu. Kırmızı, yeşil ve sarı lambaların eşliğindeki duman altı gökdelenlerin içinde, yitirdikleri ruhlarını arıyordu bütün vücutlar. Asfalttan çukurlar içine düşüyordu tüm bedenler. Uğultu dolu kara bir bulut, şehrin üstünü kaplarken ışıksız sokaklardan elleri keskin ve gittikçe büyüyen gölgeler taşıyordu. Camlar patlıyor, köpekler havlıyor, kapılar kapanıyor, kornalar çalıyor, sirenler haykırıyor, ışıklar yanıp sönüyordu. Bir fırtına içinde dönüp dolaşıyordu tüm şehir. Ölüyordu tüm şehir. Kaçıyordu Dora, adımlarını hızlandırıyordu. Gittikçe daha hızlı ve daha hızlı…


“Birden dengesini kaybetti. Düşmemek için yanı başındaki sokak lambasına tutundu. Kulaklarında karmakarışık uğultular vardı, gözleri karardı. Bedenindeki ruhu, vücuduna sığamıyor gibiydi, tüm kanı çekiliyordu. Kapandı gözleri. Derin bir karanlığın ve siyahın ardından gözlerini açtı, uyandı. Kendini düştüğü zambakların arasında, yerde yatarken buldu. Canı acıyordu. Orman tamamen kara bir örtüyle kaplı hale gelmişti. Kargalar çığırtkan sesleriyle dalların üstünde bekliyor, bazıları da bir çember yörüngesinde kanat çırpıyorlardı. Yaşlı ağaçların kolları arasında çaresizdi Dora. Kafasını bir sağa, bir sola ve ardından tekrar sağa çevirip çıldırırcasına başını kollarının arasına sıkıştırdı. Oradan oraya koşuyordu. Yaptığı hiçbir hareketin sonu gelmiyordu. Ormanın tüm varlığı onun kulaklarında yankılanırken birdenbire her şey sustu. Tüm kargalar seslerini kestiler. Ormanın içinden, derininden gelen bir ses, fısıltıyla konuşmaya başladı: “Venite ad me.” Tüm ağaçların arasından incelerek yankılanan bu ses tüm ormanı kaplamaya başladı: “Venite ad me Dora. Venite ad me!” Dora anlam veremiyordu. Çok korkuyordu. Hiçbir şey göremiyordu, sadece bu sesi duyuyordu. Titriyor ve kendi etrafında dönüyordu. Uzak derinliklerden gelen bu ses, yavaş yavaş yakınlaşarak birden kulağının tam dibinde bir çığlığa dönüştü ve hemen sonrasında bütün her şey, gözlerinin önündeki görüntü, sesler, soğuk ve çıplaklık, bir hışımla, büyük bir acıyla yok oldu.”


Dora kendini çaresiz bir halde, sokak lambasına tutunurken buldu. Gözlerinin önündeki vizyondan kurtulmuştu fakat kulaklarında hala yankılar sürüyordu. Doğrulup ayağa kalktı. Dengesini tekrardan buldu ve yürümeye başladı. Daha da hızlanmaya çalışıyordu. Dora’nın dengesini kaybedip düştüğünü gören Öykü korktu. Dora tekrar ayağa kalkıp kendine geldiğinde ise daha çok meraklanıp endişelenmeye başladı. Öykü artık geriye dönmeyi düşünse bile bunu yapmaması gerektiğini çoktan anlamıştı. Onun nereye gittiğini, ne yapacağını bilmiyordu, tedirgindi. Ama onun iyi olmadığının farkındaydı. Bu yüzden korksa da, geri dönmeyi aklından geçirse de takibe devam etmeye karar verdi. Bir yandan cep telefonunu çıkarıp Cenk’ i aramaya koyuldu. Ama Cenk telefonuna cevap vermiyordu. Cenk muhtemelen şu anda sarhoşluğun etkisiyle kendisini bile duyamamaktaydı.


Tenha bir yola sarılıp şehirden uzaklaşmayı başarmıştı Dora. Boş ve etrafına nice ağaçlar serpişmiş loş ışıklı bir yolda koşar adımla ilerliyordu. Rüzgar çıldırmışçasına esiyordu. Öykü ise yorulmuştu ve gittikçe kaygılanıyordu. Nefes nefese kalmıştı. Uzun ve ıssız yol tükendiğinde şehrin en uç noktasındaki denize yamaç bir uçuruma gelmişti Dora. Ayakları hafifledi ve adımları yavaşladı. Gecenin sessizliğinin hırçın dalga sesleriyle buluştuğu bir yerdeydi. Gevşedi ve kollarını açtı. Ruhuna dokunuyordu birileri. Hafif ve gökyüzünde yankılanan bir müzik çalıyordu kulaklarında. Adım adım yürüdü Dora. Uçurumun köşesine ilerliyordu. Başı gök kubbeye dönüktü. Dünyanın kirli parmak uçlarında yüzüyordu. Uzun ve soluk elbiseli kadınlar, dipsiz şarkılarıyla onu toprağın en ucuna doğru çekiyordu. Rüzgar bir çılgın gibi haykırırken o sakindi. Bitmek üzere olan ömrünün son demleri, onu hafifletiyordu.


Tüm bu soğuk ahengin içerisinde yürüyen Dora, uçurumun kenarına oturmuş küçük bir çocuğu gördü. Şaşırdı. Uca doğru yürüdükçe çocuğa yaklaştı. Yaklaştıkça daha da yavaşladı ve boğazı düğümlendi, yutkundu bir korkuyla. Hızlandı nefesi, omuzlarından içeriye çekildi başı. Titredi. İçine sinmiş kambur bir adam gibi yanına geldi çocuğun. Çocuk ise ayaklarını sallayıp hüzünlü bir şarkıyı mırıldanıyordu. Kısa bir şortu ve mavi çizgili gömleği vardı. Yana taradığı siyah saçlarının bir kısmı alnına düşmüştü. Ellerini toprağa yaslamış, başını ise gökyüzüne çevirmişti. Dilinde hep aynı melodi vardı.  


Donakaldı Dora, afalladı. Gözleri sadece çocuğa bakıyordu. Çocuk ise Dora’yı görmüyor, fark etmiyordu bile. Oysa bu mavi çizgili gömleği nerede olsa tanırdı Dora, bu boş bakan küçük, beyaz suratı, bu ince parmakları ve bu sallanan ayakları nerede olsa tanırdı. Bu melodiyi hiç unutmamıştı. Tüm bu olup bitenlerin diğer tarafında ise Öykü vardı. Korku ve irkilişleriyle olan biteni izleyen Öykü, uzaktaki bir gölgenin içerisinden Dora’ ya bakıyor ve olanları, kargaşaya dönüşen düşünceleri yüzünden anlamlandıramıyordu.  Dora’ nın yanına gitmekten de, gölgelerin içinde kalıp olan biteni izlemekten de korkuyordu.


Bu uçurumun yanı başında sallanıp şarkı söyleyen küçük çocuk, aslında Dora’ dan da başkası değildi. Dora’ nın Küçüklüğünden kalma bir yansıması, bir yaşanmışlığıydı. Evvel zamanda, küçük bir çocukken, evden kaçıp bu uca, bu denize gelirdi küçük Dora. Korkusuzca denize bakıp şarkılar söyler, yalnız kalmak isterdi. Yine o kaçışlardan biriydi. Dalga seslerinin üzerinde şarkılar söylüyordu küçük çocuk. Ölüme sadece birkaç adımı kalmış Dora’nın ayakları toprağa çakıldı. Geçmişi ve birkaç saniyelik geleceği arasında sıkıştı. Hemen çocukluğuna seslendi, kendisini duyması için ona bağırdı ve haykırdı. Geçmişi, gözlerinin önünden kayıp gidiyordu Dora’nın. Acıyordu çocukluğuna. Sesini duyurmak, onu uyarmak isterken çığlıklarına karıştı gözyaşları.


Delicesine haykırırken birden tiz, ince ve gizemli bir ses yankılandı Dora’nın arkasında:
“Boşuna uğraşma Dora, seni duyamaz.”


Bu sesi tanıyordu Dora, biliyordu. Çocukluğundan kalma bu gizemli sesi hiç unutmamıştı. Haykırışlarını bir anda kesti, sustu. Yüzündeki acı dolu ifade, yerini bir anda soğukkanlı ve sert bir bakışa bıraktı. Ürkekçe arkasını döndü. Karşısında duran Asbeel’di. Yorgun ve ıslak gözlerini Asbeel’e dikti.

Ölülerin ve dirilerin dünyaları arasında dolaşan bir ruhtu Asbeel. Soğuk ve beyaz yüzünün üstündeki kan kırmızı gözleriyle Dora’ya bakıyordu. Başı ve tüm vücudu, bir tanrıçanınki kadar dik ve zarifti. Simsiyah saçları, vücut kıvrımlarına çarparak toprağa doğru akıyordu. Salkım saçak, siyah bir elbisenin içindeydi varlığı. Dirseklerinden ellerine doğru asılmış zifiri kumaş parçaları, ayaklarına kadar düşüyordu. Suretinden toprağa dek süzülüp dalgalanıyordu simsiyah eteği.  Gökyüzüne doğru açılan büyük, korku dolu kanatlarını savururken varlığının her yanından bir karanlık fışkırıyordu. Gözlerini Dora’nın gözlerine bir tokat gibi çarparken bir yandan hafifçe gülümsüyordu. Uzun bir bakışmanın ve sessizliğin ardından Dora’ya doğru yürümeye başladı. Adımlarına kelimelerini ekleyerek devam etti.

-          Görüşmeyeli uzun zaman oldu değil mi Dora?
-          Neden buradasın Asbeel, niçin geldin?
-          Zaten buradaydım Dora. Biz hep buradaydık. Görmüyor musun?
-          Ne demek bu?
-          Beni hiç özlememiş olamazsın değil mi?


Bu soruyla birlikte Dora’nın bedenine son adımını attı Asbeel. Ona bir nefes kadar yaklaştı. Soğuk ruhunu Dora’nın titrek bedenine sarmaya başladı. Asil çehresinin arkasında gizlenen dipsiz, kırmızı gözlerini Dora’dan hiç ayırmıyor ve şehveti arz eder bakışlarıyla Dora’nın yüzüne yavaş yavaş sokuluyordu.  Kızıl dudaklarındaki esrarengiz tadı Dora’ya sunarmışçasına yüzünü Dora’nın simasına doğru bıraktı. İkisinin çehresi arasından rüzgar dahi geçmiyordu. İkisinin dudakları arasında ise geç kalmış bir ölümün serzenişi ve henüz var olamamış bir anlaşmanın çığlıkları yatılıydı. “Büyümüşsün.” Dedi Asbeel. Ardından uzun tırnaklı parmaklarını Dora’nın rüzgarla karışmış saçlarına iliştirdi ve Dora’nın saçlarını okşayarak tekrar etti: “Büyümüşsün Dora… Zaman, siz insanların ruhunu da bedenini de değiştiriyor.”

...


Çember / Part 1
Fatih Öztürk

18 Kasım 2013 Pazartesi

Sevgili Gece




bir çift göz
bir çift göz ki karanlığımın içinden çıkagelir
ve karanlık sefildir, hem de hiç olmamış gibi
çift kişilik yatağın ücra köşelerinde ruhumuz
okyanus gibi hırçın ve mavi uyumamışlığın
parçalı bulutlu bir battaniyeye benzer işte yüreğin
altına yattığım

işte o büyüyen gözlerin, kendi karanlığında karmaşık
kulpu olmayan kapılar gibiydi kirpikleri
ve yanaklarına konan sıska öpücüklere cevap verip
sessizce ıslattın dudaklarını
gece yarısından öte, dört' ü çeyrek geçe
ölü bir adamın üzerine örttün saçlarını

güneş yastığımızın sen köşesinden batıp 
ben köşesinden çaresizce doğuyordu
bir yastık ki bizi ikiye bölüp aslında birleştiren
garipti ne de olsa, ilk kez bir yastığı paylaşmak
daha hiçbir şeyi paylaşmamışken yerküre üstünde
ve yerküre üstünde seni taşıyordu parmak uçlarım
yüzümde insancıklar ölüp durdu her öptüğünde

bir siyahın içine düşmüşüz seninle
arada bir mum ışıkları yüreğimize batıyor
cebime koyup gidemiyorum zamanı bir türlü
kalabalıklar üzerimize yürüyor gecenin bir köründe
içimizden geçiyor hepsi bir bir ama sahiden
yine de bulamıyorsun beni
dudakların beni var edecek mi diye bakıyor o gözlerin
dokunduğun kadar olabiliyor muyum bilemiyorsun

yüzün bana her döndüğünde meydan okuyorum ölüme
saçlarınla boynun arası yolumu kaybedip
başka bir hayatın uçurumunda dolaşıyorum
sonra sabah çöküyor üstümüze, martılardan biliyorum
bensiz düşüncelerinle bakışıp
sahipsizliğimle göz göze geliyorum
dört bir yana dağılıyor saçların
senden geriye kalan tüm parçalarla
uçurumlarından çığ gibi düşüyorum
çığlıklar gibi üşüyorum

şimdi alt dudağımda bıraktığın 
geçmesini hiç istemediğim köhne yaramla
her sabah üsküdar' da vapur bekliyoruz
hele ki dokunmasın dilim dudaklarıma
işte o zaman tanrıyla başbaşa kalıyoruz
denk düşmüyor kalbimin ağrısına elbet ama
hatırlıyorum
dişlerinin arasında kalmış gibi yine
iki büklüm oluyor ruhum

kaldırım taşlarına inanıyorum yürürken 
koşuyorum senden öteye tir tir titreyerek
şimdi gelip peşimden, bana sarılmasa mı rüzgarın
saçların dolanıp durmasa mı boynuma
bir ölününki kadar bile değil nefesim
canım yanıyor keşkelerimin en arasında
bedeninle ruhunun arafında sıkışıp kalıyor ellerim
ellerim sende kalıyor
çığlıklar gibi üşüyorum




Fatih Öztürk

6 Kasım 2013 Çarşamba

Keşke




duyulup da asla yazılmayan bir çığlıktı karanlık.
alçak tepeler bile duvarlar gibi dik ve şuh bakışlı.
sorsan anahtarı yoktu çürüyüp terkedilmiş kapıların.
kapılar yürekler gibi sert,
boşlukları ışıksızdı bildiğim.

hadi yok et ellerini,
çek gözlerimin önünden ruhunu.
rüzgara asılmış o saçlarını düşürürken omuzlarıma,
hep olacakmışsın gibi düş boşluklarıma.
yoklukta var ol, sessizliğin içine gömül.
çünkü sessizliğin de benim.
zaten,
yokluğun da sadece bana ait değil miydi?

uzun yolculuklar düşledim bitişikken ruhumuz.
sıcak asfaltları da aşıp gidebilseydik...
keşkesiz,
duraksamadan;
sanki bir minübüsten inip,
bir başkasına binerek.
ve bir hayalin önünde durup içeri girememek.
bir hayalin önünde,
vitrin camındaki aksimde,
ben ve geleceğim;
suskunca birbirimize bakıyorduk,
sen yoktun.

başparmağımın titrek ucunda,
huzurlu düşler kuruyordum sessiz.
ve sen düşlerimde uyuyordun.
tanrıkent yüzünün kıyısında uzanıp,
seni uyandırmamak için,
sadece durdum.
saniyelere sığmayan o dokunuşunu,
sayısız ölüme değişti ruhum.
keşkeler dizilip oturdu gırtlağıma.
keşkeler geçmedi boğazımdan.
çiğnedikçe büyüdü keşkeler.
oysa üstünü örtmeliydik zamanın.
bize dokunmadan geçip gitmeliydi.
hayalet bir minübüsün koltuğunda,
birlikte ölmeliydik gitgide.
-keşke-

ve şimdi,
uçurumlar dik dik bakıyor çehreme.
denizler şarkısız çıplak sesleriyle,
hayatıma oynanan bir bahis gibi.
yoksa ben, bu takvim yapraklarında,
ölü rakamların arasında asılı mı kalacağım?


Fatih Öztürk

29 Eylül 2013 Pazar

Düşüş


















iki gözümle bakardım karanlığa
biriyle beklerdim güneşi
diğeri bilirdim ki hep karanlıkta
irili ufaklı yalnızlıklar pencerem
gökyüzünde ne bir yıldız
ne de bir şeytan omuzlarımda

parmak aralarımdan kayıp gidiyor satenler
ve bir çiçek kopup benimle geliyor
işte ölümü seyretmek pek yakışmıyor hayata
oysa ruhlar ecellerini bekler miydi ki?

yeryüzünde bir tek sen kalmış gibiydin.
ölü dostlarımdan medet ummamaya başlamıştım
yüksek bir yerden göçmüyordu denizlere ruhum
parçalanıp bölünmüyordu avuçlarım oysa
hayaller acıtır da demediler bana

bir çıtırtı duymuşum meğerse geceden
meğerse bir ağacın dalıymış ayışığının önüne geçen
yine oturup eski minderin üstüne
bir sigara yakmışçasına yanlız başına.
oysa bilirsiniz, içmem ki ben sigara
ve bu evin odalarında kayboldum çoktan
üzerimde duvarlardan koca bir yük
kapı çalınıyor her seferinde.
açamıyorum...


Fatih Öztürk

Gecem






















bir sis dolaşır içi boş, karanlık, suskun odamda.
bir renk seçilir ve lacivert sunar gölgeler.
gör ki açılacak rengi dolunayda tüllerin.
parıldayıp kanayacak zambaktan duvar kağıtları.

mürekkep bulanıyor yatağıma geceden.
ve kuzgunlar geliyor sarmaş dolaş şehirlerden.
bir çember ehlinde, siyah kanatlarıyla uçsuz.
ince sesleriyle ağaçlara çarpıyor çığlıkları.

kara kuşların çağrısıdır, bu kadere eşlik eden
bir kader ki ay ışığına dolanmış, elbisesiyle ipekten
çıplak ayaklarıyla düşüyordu karanlığın içinden.
kurtlar bile ağlamadan dolunayında gecenin.

gökyüzüne kök salan toprağı sarıyorsa bedenin.
adım attıkça terliyor yeryüzünün soğuk teni.
gördükçe seni çözülecek, baykuşların mühürleri.
gece gümüşe dönüyor sen, bu zamana varırken.

kara kapımdan içeri gir, beklemiyor kuzgunlar.
ruhunda sakladığın nedir, biliyor kuzgunlar.
sol elinde bir fenerle, kapıma doğru soğuk yüzün.
karanlığıma hükmet diye çırpınıyor kuzgunlar.

yarım kalmış ellerimin hüzünlere tuttuğu aynalar.
o aynalar ki ruhuma batık, kırık camdan parçalar.
işlemeli iki kapıma akar, kara elmastan nehirlerin,
iki kapıdan biri açık, diğerinde kanıyor ellerim.

içeri girmişse varlığın, kapat kapıyı soğuk geceye.
ve çevir yüzüne aynaları, azad olana dek gözlerim.
yapboza benzer çehremin, eksik parçası ellerin.
yaşamla ölüm arası gizli saklı evime işte geldin.

loş ışıklar altında, güçsüz gölgelerin üzerinde.
açıp kollarını dans et ki savrulsun tülden elbisen.
çık merdivenlerimden, ağır ağır ve sessizce.
araftan cennete kadar yansımalarındır hediyem.

kanıyor işte zambaklar, susturdukça bütün karanlığı.
boşlukta asılı kalmış bedenimin kurtar bütün uzuvlarını.
bu puslu derin yatağıma ilk önce yatır saçlarını,
savur kollarını dört bir yana, kaybolmuşluğum kadar.

gör bak işte açılıyor rengi dolunayda tüllerin.
ölüme doğru uyudukça sisle örtülecek üzerimiz.
gör bak işte açılıyor rengi sabaha doğru tüllerin.
bir melekle sabaha inip güneşe doğru yürüyeceğiz.


Fatih Öztürk




bir düştü, düşüşe dönüştü... 30.07.2013   02:35

12 Mart 2013 Salı

Kan ve İzleri

















neden uyumuyorsun?
niçin kapanmıyor gözün bir kez olsun? diyerek.
hepsi, avuçlarında karanlıkla gelmişti.
kargalar mı tünedi saçlarına? diye sordular.
hayır! dedim.
sadece bütün kargalar,
pencere pervazında nöbetçiydi.

tutunmuyordu uykular yalnızlığa.
benimmişçesine karanlık.
yatağımın içinde bir yığın toprak,
uyusam zaten ölümdü.
uyku, yarı ölüm bir tabuttu.

soğuktu tenleri.
kara bir karmaşanın içerisinde,
beyaz yüzleriyle gözleri pek,
götürmeye geldiler bedenimi.
bense hayatla yüzleşmek için,
sadece ruhumu istiyordum geri.

ve sağlığına! dedi şeytan.
cürretkar gülümseyişiyle bir iblisti.
sağlığına dedi, daha fazla acı,
daha fazla kan için.
karanlık bir ritüelin duraksanan sonunda.
geri dönülmeyecek bir yolun başındaydın.

şeytana yaraşır bir cinayetti bu.
yirmi üç ayın kanını emerek yavaş yavaş,
ölüme terkettiğin köhne bedenler.
salkım saçak kanlar akıyor bak,
kalbine denk bedenimin tam ortasından.

işte! üryan vücudundan sert dalgalarla,
başından ayak parmaklarına değin,
yüzünden aşağı dökülen;
ve akıp boğulan, hazin bir hiçtim.
azizliğin diye sandığım o ırmağın ki,
aslında güneşin sahiden batışı.

işte ellerinde, ufuktan söktüğün o güneşle,
gün, can verip geceye solduğunda,
siyaha bıraktığın o kızıl renklerin,
kördüğüm bir gökkubbenin yokluğuydu. 
ve senin o ağır fırça darbelerin;
acıyla karışık, kanayan, kalın renklerin, 
tenimin üzerinde yalanlarla kuruyordu.

ilk önce göğsüme düşen, o kızıl sandığım;
başından aşağı kuruyan ırmakların,
yerde hala benimleyken; kırmızı, tek ve cansız,
hala benimmiş gibi; bu evin yeryüzünde,
yüzerken odalarımda rüzgarla,
tüm geçmişi kanıtlayarak.
ve sen başka birine ait, tüm esmerliğinle.
bütün ruhunu bir iblise satarak.

işte, kanlı ve kirli bir sunak,
sahnenin en ortasında sessiz.
ve ölümlü ruhuna birisi gerek değil.
herhangi birini istiyormuş bedenin.
gör ki ışıklar kapanıp oyunun bittiğinde,
tanrı bile olmayacak senin seyircin.

affedilmeyeceksin.



Fatih Öztürk

21 Ocak 2013 Pazartesi

Acılar


















Bir kışlanın soğuk bedenleriydi acılar.
Bir pervazın hayalleri bazen,
Ve suskunlukların kölesi.
Birkaç bulutun tiryakisi,
Ölümlerin efendisiydi acılar.

Parmak uçlarımda dağlar bitiyorken yavaştan.
Yoklukların varlıkları alıp gidişi,
Ve seyre dalmış kervanların çıkmaz sokağıydı acılar.
Kumaşların yetmezliği,
Perdelerin kavuşamamasıydı.
Kemirirken sokakları, kaldırımların örttüğü sokak çocukları.
Ve hiddetle savrulan arabaların anahtarıydı acılar.
Cenazelerin esmeyen rüzgarı,
Sevgisizdi acılar.

Bitmeyen sigaranın bitmişçesine tiryakisi.
Sararmış dişlerin beyaza özlemi,
Yüzünün aynadaki aksine merhametiydi acılar.
Dudaklarına batan iğneler,
Kucağına alıp da düşürdüğün tüm saniyeler.
Anıların cansız bedenleri,
Yalnızlıktan çürüyen çehremin son demleri.
Ve sessizliğin kapıya uzanan gölge elleri.
Duvarlara yazılan romanlardı acılar.

Fatih Öztürk