23 Ağustos 2011 Salı

Çehrem





Ürkek adamlar, taşıyamazlar karanlığı.
Akşamın yanıbaşında hepsinin kolları.
Benimse gecenin bir ucunda ellerim yatıyor,
Lacivert o renge yakışıyor siyah saçlarım.

Takati kalmamış kapılardan geçmiyor hüzün.
Pencereler de öyle suskun, suskun ki;
Çürümüş pervazlarından akıyordu yüzüm.
Yüzüm üstüne çekildi perdeler, gittiler...
Ve ben ellerine muhtaç, ben öylece sustum.

İz bırakıp geçti yaban gölgeler.
Kaybettiğim o çocuğu sokaklarda arayıp,
İki büklüm yollarda sarpa sardım.
Başım önüme yatsın...
Boğulsun suratım.
Toprak atın çehremin en üstüne,
Kar tutmaya başlamışken saçım.
Yarısı ölmüştü işte çocukluğumun,
İnan kalan yarısı da sen kokardın.

Kendimi, sonu olmayan caddelerde,
Yana yakıla, haykırırcasına aradım ama,
Ben bir battaniyenin altına bile sığamadım.
Doğan güneşin altında, gözü açık ve titrek.
Bil ki hiç uyuyamadım...

Ziyade olsun sana şimdi ey zaman.
İç içe düşmüş yangınlar,
Bir uçurum bırakırlar benden geriye.
Kızıldan, kanayan bir ayna tutarlar,
Boyası dökülmüş suretime.

Tenime dikilir de pas tutar yalnızlık.
Kalbim bulanır da kusamam yüreğimi.
Ve Tanrı bir tırpan verir.
Yetim bedenime bir süs gibi.
Ucuzlar gözyaşları.
Kambur sırtıma düşer acılarım.

Ey küfürbaz çocuk!
Sen, üstün örtüldükten sonra ağlardın.
İki dudağının arasında koydular da ölümü,
Hiç susmadın...

Korku dolmuş avuçların.
Ve işte bir tırpan,
Yerinden sökemezsen diye yüreğini.
Köhne vücudundan çekip ağır ruhunu,
Soğuk parçalara ayırmak için...
Bak! Yine ecelin geldi.
Bu sefer gitmemek için geri.

Bu sessizlik, bir intihara benzerdi.
Saniyelerin ucuna takıldı boynum.
Dakikalar tutup da sürükleyemedi cesedimi.
Ve kırık kemiklerimden öteye,
Yırtılmış gözlerimden ileriye gitmedi vakit.
Müsait bir yerde ölemeyeceğim belki,
Ama sen, onların bıraktığı,
Babamın bıraktığı yerden sev beni.


Fatih Öztürk

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Karanlık Ve Mavi



Işığa acıkmış vücutlar.
Bir yanımız yine karanlık,
Gölgelere muhtaç.
Zifiriye beş kala dursa vakit,
Duvarlara gömülse şimdi saatler.

Nefesinde saklanıyor oysa sabahlar.
Tenine çeyrek kala duruyor zaman.
Benim tenimde bir lodos.
Takvim, kızıl bir sabahı örterken üstüme,
Buharın siniyor gözbebeklerime.

Şimdi sorsan bilmem kendimi senden başka.
Avuçlarının içine gömülmüş ruhum.
Kör kütük, çelimsiz ve mavi.
Mahkumiyetime gardiyan ellerin.
Ve yüzümden düşmeyi bekler gözlerim.

Saklanacak bir yer bul bana şimdi,
Göremedikçe gözlerini.
Seni içime koysam güneş bilmez yüzün,
Dudaklarını öpeceksem sonbahar.
Kör olası gelmiyor işte hiçbir zamanın!


Fatih Öztürk

13 Haziran 2011 Pazartesi

Son Durak



Gece boyunca tüm düşler, bir sokak lambasına sıkıştırıldı. Kısık gözleri, sallanan ağaç dallarının çıplaklığıyla buluştu ilkten. Ardından titrek ellerinin birbirine bağlı olduğunu fark etti. Sabah olmak üzereydi.

Telaşlandı gecenin hırsızı. Ayağa kalktı ve sırtına yüklediği çaresizliğiyle baktı etrafına. Bedenini içine çeken beton parçasına takıldı gözleri. “Sabahın köründe bir tek sen sevdin beni.” dermiş gibi… Hafifçe bir yağmur yağmaya başlamıştı yeryüzüne, hissedilen ama görülmeyen. Kirlenmiş uzun saçlarını omuzlarına serdi, şehre giden tren raylarına saldı kendini.

Nice istasyonlar tüketmişti zaten.  Şimdi ise kapısı bozulmuş vagonlar gibi ürkekçe geçti hepsini. Biletsiz banliyö çığlıkları, içine düşülen peron boşlukları ya da varlığını yokluğuna satmış bencil tren yolcuları… Hepsi yeniden geçip gitti hayatından. Her istasyonda başka bir takvim yaprağını düşürdü yere. Her istasyon, tarihin bir başka kırmızı çizgisi.

Ve son durak… Duvarlarda çarpmaya başladı içine sığmayan yüreği. Yürüyebilecek başka bir demiryolu yok. Ölüm müydü bu? Bilemedi. Uzun süre bakakaldı yoksunluğuyla birleşmiş çıkmaz raylara. Hiçbir şey yoktu. Ne bastığı bu demiryolu, ne içine hapsolduğu kızıl gökyüzü, ne de alabileceği bir oksijen. Bir hiç oluveriyordu zaman ve saatler bükülüp parçalanıyordu zihninde. Sanırım buna ölmek diyorlardı.

Bir nefes duydu sonra, içeriye zorla çekilen inatçı bir nefes. Perona çevrildi donuk gözleri. Onu gördü. Kızıl renkli saçlar düşüyordu gölgede kalmış bir bankın eşiğinden ve kirpikler arasında kalmış gözleri, betona mıhlanmıştı. Beyaz elbisesiyle yağmurun altına uzanmış, bir ölü gibi yatıyordu. İlk defa bu kadar yalnız hissetmedi. Ölümü hisseder duyguları, şimdi başka bir ölüyle karşılaşmıştı. Az önce zihninde yok ettiği tüm dünya, şimdi bu bankın etrafında toplandı.

Tren raylarından perona uzandı elleri. Ağır adımlarla gitti yanına. Seyretti sakince. Kızıl saçlarından betona akan gözlerini çiğneyip yuttu. Sağ eli, ona dokunmak istercesine çaresizdi. Havada kaldı parmakları.  Ölmek üzereyken dudaklarının arasında kalan kelimelere muhtaçtı şimdi. Ne diyeceğini bilemedi. “İyi misin?” dedi sadece. Bu soru üzerine kız, dondurduğu gözlerini eritip onun gözlerinin içine baktı. Ve acı gülümsemeden sonra iki dudağının arasından döküldü kelimeler:

Görüyorsun…
Bu son durak. Çırılçıplak ölüm. Son ışık, son çıkış, son şans. Ve ben, seni bekliyordum.
Benim gibi son durağa ilişmiş, ölüme çaresiz bir hayatı bekliyordum. Ben seni bekliyordum.
Nefesim olur musun? Seni seversem yine de ölür müsün?

Titriyordu çocuk. İçine sığmadı nefesi. Diz çöktü bankın önünde. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Boğazı düğümlendi. Hıçkırıklarının arasından kelime bulamadı kendine. Ellerini tuttu kızın. Saçlarını okşadı ve yanağını yanağına koydu. İkisinin de gözyaşları yağmura karıştı. Kaldırdı onu banktan. Kızıl saçlarını boynuna doladı. Avuçlarının içine aldı ellerini. Ağır adımlarla çıktılar istasyondan. Şehrin uğultusuna karıştılar yavaşça. Kızıl bir sabahtan güneşe dönüşüyordu yeryüzü.

Bir dudak payında sustu şimdi karanlık.
Bir hayat dolandı kollarına usulca.
Sonra gözlerine uzandı, yastık oldu kirpikler.
Teninde ilk defa yandı bu şehrin ışıkları.
Gözyaşına bulandı aşk.
Islandı kalbe giden bütün caddeler.
Vücutlarının üstüne örttüler ellerini.
Parmak ucu düşlerini bedenlerine gömdüler.
Birbirlerine uyandılar bu sabah.

Fatih Öztürk

3 Nisan 2011 Pazar

Haydarpaşa


Haydarpaşa'ya doğru saçıldı hüzünler.
Raylar boyunca çaresiz.
İstasyonlar kadar mecburdur saatler.
Tren kapılarına sıkışmış pabuçlarım,
Başımda geçmiş durakların yankıları.

Haydarpaşa'ya doğru saçıldı hüzünler.
Vagonlar titriyor yalnızlıktan,
Sahibini bekliyor boş koltuklar.
Banliyölardan taşıyor hırçın bir sessizlik,
Bir korkuyla yanıp sönüyor ışıklar.

Haydarpaşa'ya doğru saçıldı hüzünler.
Makinistler koşuyor geceyarılarına.
Ağır bir roman yazılı tren camlarında,
Kaybolup siliniyor geldiğim yollar, mesafeler.
Haydarpaşa'ya saçıldı hüzünler.

Fatih Öztürk

21 Mart 2011 Pazartesi

Ne Çare



Ölü kirpikler arkasında,
Çevrilmeyi bekler takvim yaprakları.
Şarap şişelerinin içinde gizli,
Zaman dediğim o yıllanmış içki.

Hüzünlere geç kalmış aşk.
Yabancıların mühür koyduğu acılar.
Vücutlar süslüyor çıplak toprakları.
İç içe gömülüyor kollar, bacaklar.

Parmak uçlarımda yelkovan.
Elimde henüz çekilmemiş fotoğraflar.
Avuçlarımda saklanıyor işte vakit,
Kurduğum düşlerin ağırlığı kadar.

Bir hiç olduğum nice geçmişinde,
Çaresizliği gösterir bak dakikalar.
Bedenine gömdüğün cesetler yerine,
Yatıp benim ölesim var.


Fatih Öztürk

1 Mart 2011 Salı

Kirli Pencere



Gördüklerinin ötesinde bir hayat düşündün sen. Belki bir roman, tam o apartmanların arkasında. Veya en güzel hikâyeleri kocaman binaların ardındaki güneşe hapsettin. Tam da batarken. Nokta kadar küçük ışıkların içinde hayaller kurdun. Şiirler yazdın gidebileceğin yollara. Köprülere.

Peki ya önündeki? Gördüklerinin önünde saklanan, saydam sandığın…
Pislenmedi mi hiç penceren? Düşlerini pervazında çürütmediler mi? Uzaklara odaklanıp arkanda bıraktığın o geçirgen yüzey… Ekilmedi mi o cam yüzeyin üstüne kirli parıltılar?

Kirli bir pencereydi. Kirli. Cam yüzeyin üstünde pusu kurmuştu geçmişi.
Çekebildiği kadar derinine çekti dumanını. Kısık gözlerinin arasından geçmiyordu zaman. Hayatına anlam katan tek şeyin sigarası olduğunu fark etti. Özgür bırakmadı dumanları iç hapsinden. Ciğerlerini tahrip etti üst üste sigaralar katlederek.

Boyası çözülmüş otel duvarları vardı arkasında. Penceresinden sokulan akşam ışıklarıyla yetinirken sigarasından bir fırt daha çekti. Çalmayan telefonlarını susturdu zihninde. Epeyce yalnızlığa boğulmuşken var olabilmekti gayreti. Sigarasını bitirdiği gibi üstüne ceketini yapıştırdı ve dışarı çıktı. Şehrin vurgu dolu ışıklarından kaçtı, en karanlığa yürümeye başladı. Bilinmezlik vardı üstünde ve ağır adımları. Pabuçlarının asfalta sürtünmesine sebep düşünceleriyle, kaçmak istiyordu onu var eden saniyelerden.

Oysa kış mevsimi bile delik deşik etmişti bedenini. Geçmiş, bir kış soğuğu gibi vücudunu sarmalarken kaçamıyordu. Otobüs duraklarına takıldı ilk önce. Beklemek istiyordu neyi bekleyeceğini bilmeyerek. Deniz boyunca uzanan banklarda duraksadı sonra gözleri. Her bir banka başka bir hikâye yazdı. Her bir banka başka bir kadın…

Işığın karanlığa karşı yaşam savaşı verdiği bir sokak. İnsan ayaklarıyla telef olmuş eski kaldırımlar. Tüm bunların içinden geçerken bir kahvehaneye düştü gözleri. Vücuduna hükmetti. Kapı gıcırtıları eşliğinde girdi içeri. Tek tük insanlar arasından süzülüp en köşede bir masa seçti kendine. Duvarlara sığınarak garsonu aradı gözleri. Üşümüş ve zor çıkan sesiyle bir kahve istedi.

 Aslında geçmişinin üstünde sigaralar söndüren acımasız şahısların, dumanlarına karışan buhardan ibaretti o kahve dedikleri. Severdi kahveyi. O sıcak sıvı midesine aktıkça geçmişini hatırlardı. Ve hatırlamaktan asla çekinmedi. Çünkü onu ayakta tutan tek şeydi bazen kahve. Belki de geçmişindeki insanlarla yaptığı tek ortak şey…

Tüm bu düşünceler, kafasına balyoz gibi birdenbire vururken fark etmedi, o sıcak kahveyi aniden içtiğini. Damağı alev aldı ve canı yandı. Bardaktan taşan son damlaların sınırları çizdiği bir dünya değildi şimdi onunkisi. Bardaktan aldığı bu son damla ile sınırını çizdi. “Yeter!” dedi. Artık kafasına başka bir düşünce sığdıramaz olmuştu. Cebinde var olan üç-beş bozuk parayı masanın üstüne bıraktı. Kaybolmuş küçük bir çocuk gibi çıktı kahvehaneden. Yaptığı hiçbir hareketin sonunu getiremedi. Başını iki kolunun arasına alıp koştu delicesine.

Yeryüzünde bir tek kendisi varmışcasına koştu. Ayaklarından bir haber, geçmişini geride bırakırcasına koştu. Gözüne ilişen bütün görüntüleri göz kapaklarının ardına koydu. Kör, önünü görmeyen bir adam dolanıyordu sokaklarda. Simsiyah dünyasının içleminde nefes alışverişleri, ağır duygularına yüklem oluvermişti.  Görmez bir halde otelinin yolunu buldu. Tırmandı merdivenlerinden. Odasından içeriye girdi bir çılgıncasına. Ardından penceresinin önündeki o sandalyesine oturdu normal bir adammışçasına.

Yine o pencere… Yine o kirli pencerenin ötesindeki dünyada hayaller kurmaya başladı. Nice roman yazdı o an. Oysa saniyeler saatlere sığmıyordu. Zamanın anlamsızlığını anladı o an… Gözlerini kapattı. Tüm zihni sustu. Her şey sustu. Saatler durdu. Takvimler kayboldu duvarlardan. Zamanın anlamsızlığını anladı o an, baktığı manzaraların pislendiğini anladı.

Gözlerini açtı. Pencerede gördüğü aksine yanıt verircesine başını salladı. Usulca kalktı eskittiği sandalyesinden. Gar dolabındaki sessizliğini açtı yüzüne doğru.  Karanlık köşelere karışmış bavulunu çıkarttı derinlerden ve bavulunun içerisine umursamazcasına koydu ne varsa. Sonra çıkarttı bavulunun içinden koyduğu her şeyi, dayanamadı. Ardından bavulunu da bir kenara fırlattı. Çekmecesindeki bütün parayı aldı ve duvar kenarına kıvrılmış gitarını sırtına giydi.

Kirli penceresine döndü. Bu sefer gördüğü şey bir manzara değildi. Hayal de kurmuyordu. Hayatına yerleştirdiği o çerçevesini silmek adına son kez baktı penceresinden.  Yaklaştı ve bir buhar bıraktı camın üzerine. Gördüğü her manzara bulanıklaşana dek nefesini gömdü pencereye. Ardından o oteli terk etmek üzere çıktı odasından. Sonra şehri terk etmek üzere otelden…

Hızlıydı,  şehrin ışıkları kovalıyordu sanki kendisini. Adımlarına iz düşen her bir gölge, yaşadığı her bir dakikayı daha da ağırlaştırıyordu. Otobüs duraklarını ardında bıraktı. Banklara da elveda dedi içinden. Bir daha bu denize karşı hayaller kurmamak üzere düşündüğü kadınlara da elveda dedi defalarca. Bir tren istasyonuna taşıdı bedenini. Ölü ruhuna hesap verircesine hızlandı. Solgun sesine yükledi düşünceleri. Bir bilet istedi sevgiye muhtaç bir adam gibi. Nereye olursa... “Nereye olursa.” dedi.

Hareketsizcesine bekledi istasyonun tam ortasında. Sadece bakışları dans ediyordu gelip geçen başka trenler üstünde. Bu istasyona ayak basıp ayrılan insanlar… Onlara baktı derinlemesine. Tıpkı nefes alışverişlerine ayak basıp ayrılan insanlar gibi. Onlara da sadece bakabilmişti. Hiçbirini yakalayamamıştı bu istasyondaki insanlar gibi. Sesinden bir tutam bırakıp göçen trenler gibi…

Bu sefer kendisi bir trene binecekti işte. Altüst edecekti kurduğu her hayali başka bir tren istasyonunda. Sonrasında yeni bir pencere edinecekti kendine. Tüm bunları düşünürken treni çıkıp geldi düdük sesleri eşliğinde. Belki mutluluğu çalıyordu düdüklerinde istasyon bekçileri. “Uzak şehirler kalmasın… ” diyorlardı sanki. Yabancı bir adamı bekliyordu tren. Ve onun için hayat, rayların üzerinde gıcırdarken aydınlanacaktı belki de. Trenin durduğu her istasyon, sabahın başka bir habercisiydi belki de.

Son durağa astı kendini tren.  Herkes zamana aldırmadan, bir bir terk ediyordu vagonları. Korku dolu banliyö sesleri istasyonda yankılanırken o, yavaşça çıkıyordu dışarı. Parmak uçlarına koydu tüm istasyonu. Ardından bütün istasyonu ayaklarının altında ezdi. Kocaman saatlerde yazmazken zaman, bilet satan gişelerden nefret etti. Arkasında bıraktı istasyonu. Geriye dönüp bakmadan kalabalık bir kaldırıma koydu kendini.

Ceplerini yokladı yürürken.  Sonrasında genişçe bir sokağa soktu kendini. Rastgele bir kahvehaneye girdi hiçbir şey düşünmeden. Dışarıyı izlemek adına camın kenarında bir masa seçti kendine. Ardından Garson geldi. “Ne istersiniz?” diye soran garsona, ağzından çıkan “Kahveniz var mı?” cümlesiyle yanıt verdi ve duraksadı. “Kahve mi?” dedi içinden…

-          Kahve mi?

Kendi ricası altında ezildi vücudu. Damağındaki yanık hala dururken diline dolanan ezber isteklere mağlup olacaktı. Hiçbir şey düşünemedi. Duyamadı.  Titrek bedenine kapılmıştı, uyanamadı. Bir süre sonra, garsonun “Efendim?” deyişleriyle kendine gelmeyi başarabilmişti.

-          Efendim biz kahve satmıyoruz.
-          Ne satıyorsunuz peki?
-          Bu şehirde kahve bulunmaz pek. İsterseniz size bol köpüklü bir kapiçino getirebilirim.
-          Kapiçino mu?
-          Evet. Sabahları içilebilecek en güzel ve sıcak içecektir. Hem de tam güneş doğarken.
-          Peki. Bir kapiçino. Köpüklü olsun.

Gündüzün geceyi devir aldığı bir vakitti. Mavileşen ufuk çizgisine dikildi gözleri.
Buyurun.” Dedi garson kapiçinoyu getirerek. “Afiyet olsun.”

Kapiçinoya baktı. Üzerinde kabarmış bir köpüğü olan, köpüğünün üzerine çizilmiş bir kalbi olan kapiçinoyu tuttu usulca.  Gülümsedi. Boğazından geçen her bir yudumda yumdu gözlerini. Bir çırpıda bitirdi bardağı, hem de ağzı yanmadan… Ve bir tane daha istedi garsondan. Sonra bir tane daha, bir tane daha…

Öncesinde içtiği o kahvelerin acı olduğunu daha yeni anlamıştı. Kapiçinonun güzel tadına vardıkça kahvenin ne kadar acı bir tat olduğunu fark etti. Hatırı kalmamış, kırka varmamış tatsızlıkları bir bir unutuyordu içtikçe. İçtikçe saf, temiz ve beyaz… Kapiçino köpüğü.

Dışarıya iliştirdi gözlerini. Güneş çoktan gülümsemeye başlamıştı bu kentin üzerinde. Nice kapiçino bardakları tüketti. Sonrasında “Yine geleceğim.” Dedi garsona. “Güneşin bu kent üzerine her sabah doğması için yine burada olacağım.” Dedi. Garson anlamsızca bakıyordu ona. O ise gülümseyerek karşılık verdi garsona. Hesabını fazlaca ödeyerek dışarıya çıktı.

Aynı sokağa koğuşlandı gözleri. En yakınlarda, kalacak bir otel aradı kendine. Gözünü kamaştıran güneş parıltıları arasında, uçsuz bucaksız bu sokakta, daha önce görmüş olduğu hiçbir otele benzemeyen bir otel keşfetti kendine. Olabildiğince hızlı tuttu adımlarını. Ara sıra koşar gibiydi. Otelin içerisine girdi sabırsızca ve güneşin doğduğu bir oda istedi kendisine. Merdivenleri tüketti çocukmuşçasına. Sabırsız ve beklentili bir hali vardı. Yüzüne en genç ressamın güzel bir tablosu çizilmişti.

Odasından içeriye girdi merakla. Kapıyı kapattığı anda kapalı olan perdelere nakışladı gözlerini. Hemen yatağının üzerine bıraktı gitarını. Masadan bir sandalye çekti ve pencerenin önüne koydu. İki elinin arasına aldı perdenin iki ayrı yakasını. Bir doğum günü hediyesi gibi açıyordu perdeyi yavaşça. Perdeyi açtıkça yüzündeki tebessüm daha da arttı. Perdeyi açtıkça dudak çizgisi, kulaklarına doğru yollar kat etti yüzünde. Perdeyi açtıkça güneş, odanın içerisine aktı.

İşte yeni bir pencere…
Tertemiz, pürüzsüz, gerçekten saydam…
Serbest bıraktı gözlerini, izledi…

Bakışlarının arkasında kalan cam yüzey, hiçbir görüntüyü bulandırmadı. Hiçbir hayale mani olmadı. Hiçbir kirlilik kalmamıştı gördüklerinin arkasında. Tertemizdi. Nice manzarayı gördü penceresinden. Nice düşler türetti.

Şehrin her sokağına kendinden pay biçti.
İzledi. Saf, temiz ve beyaz… Kapiçino köpüğü.
İzledi, ta ki akşam olup o sandalyede uyuyakalana dek.
Ve uyandıktan sonra…


Fatih Öztürk  02.03.11 / 06.13

14 Şubat 2011 Pazartesi

Sınır Ötesi


Bu gece parmaklarımdan dökülecek birkaç satıra muhtacım ben. 
Dudaklarıma dizilen çift dikişlerin hesabını kelimelerden alacağım.
Kaybolmuş gözlerimi güneş batarken bulacağım. Soracağım gökyüzüne;  
Dünya dönüp dururken sen mutlu musun? diye...

Kemiklerimi kıracağım sabahların ardına dek.
Avuçlarımın içinde kaybolacağım, onlar ellerimden tutana kadar.
Hiç yakmadığım gibi bir sigara yakıp gözlerimi kısacağım.
Alkol şişelerinin dibinde dalgalanacak iki kişilik salım.

Uçurumun eşiğinde ölmemek üzere intihar denemeleri yapacağım.
Vurup kıracağım bütün herşeyi sinirlenip, kırıp dökeceğim yelkovanı. 
Katledeceğim takvim yapraklarını ve gülümseyeceğim en sonunda.
Beni ufukta bekleyenlerle karşılaşacağım bir gecenin ertesinde.

Fatih Öztürk

7 Şubat 2011 Pazartesi

Toprak Altı



Ruhuma bıçağını sapladın.
Bedenimi yarı yolda bırakıp,
Öldürdün ya beni. Bil ki ben;
Tohumlanır toprak altında,
Yeryüzünde yine bitiririm seni.

Sen, acın ile üşütürken beni,
Ben kış aylarında, rüzgarında,
Atkı diye boynuma atmıştım seni.

O kadar dolu ve yoğun ki; 
Akan her yağmur damlasında 
Bulmak isterdim benliğimi.
Sen ise dolaşsan tüm şehri, 
Üstüme bassan, görmesen beni.
Topuklarında...
Topuklarında bulsam kendimi.


Fatih Öztürk

31 Ocak 2011 Pazartesi

Tutsak


Bakışın yüzümü parçalasın. 
Kilit ol titrek ellerime.
En ayaz gecenin ardında,
Katil ve ertesi ol kalbime.

Kollarımda ağırlığınca,
Öldürdüğün kadarım ben.
Perdelerin arkasında,
İskeletlerce yanlızlığım.

Hıçkırıklarım,
Ağlayışlarıma teslim. 
Halatlar ilikli boğazımla
Çığlık atıyorum sessizce.


Fatih Öztürk

30 Ocak 2011 Pazar

Kağıt



Sanrılarıma davetli insanlarım, 
Duvarlarıma çizili çığlıklarım.
Ben yastığı yorganı bahane edip, 
Uyuyakaldım. Mühürlendi dudaklarım. 
Düşüncelerimin ardına saklandım. 

Parçalandım. 
Dizelerime ayrıldım cümlelerce. 
Ben bu şiirin anlaşılmayan 
Saçma sapan ilk kıtasıyım.
Yazılıp kırıştırılan bir kağıt, 
İstanbul çöplüğünde yapayalnız; 
Yok olmak için martılara muhtaç.

Fatih Öztürk