Kayıp Ruh
5 Kasım 2014 Çarşamba
Ağır Seyir
ellerime konuk bitkin kuşlar
ölüme seslenir, hem de sahici
ve sahi bir keman sesi düşer yere
bir de ölü adamların tıkırtısı
sırtıma yama bir dolunay
gülümsesen olmaz
zira peçesi düşer fani gecenin
sabah hemen yanıma yatar.
transparan perdelerin
pervazında sanrılar,
pencereyi örtmek için ey ellerim,
önce hanginiz siyaha çalar
gözlerim çizik ortasından
yüzüm ki mahkemedeki soğuk duvar
ve açılmıyor dudaklar
bir gardiyanın esaretini anlamadığı
demir parmaklıklar kadar.
Fatih Öztürk
31 Mart 2014 Pazartesi
Deli / 1
yüzyıllık yargıçlar
boynumu tutsak etti kalbimden öteye
susturdu kağıtları kömür izleriyle
ve zehir zıkkım oldu gökyüzü
iç dedi hepsini içten içe
sor, şahlanır mı karanlık
oysa baykuşlar kaçıyor zihnimden
nice tırnak uçları batarken tenime
hiçkimseler hüküm sürüyor
bir çocuk yaşıyor içimde ölümüne
ırgalıyor ışıkları gözlerim
ayaklarım şehri ıskalıyor bir bir
doğudan batıya eziliyor vücudum
üç kişi var ilerde adımları çıplak
hiçbirini tanımıyorum
tozlu sokak lambaları
hain pisliğiniz akıyor yüzümden
kaldırım taşları boğum boğum
bir misal medusanın gözleri
ve içi doluyor karanlığın
ispirto kokulu beyaz düşler
sonu gelmiş kitaplarda ölüyor
bir bilsen işte
bir eliyle ikiye bölemiyor insan bu şehri
Fatih Öztürk
Fatih Öztürk
1 Şubat 2014 Cumartesi
İsimsiz
kör bir sabaha emanet gecede
baş aşağı sarkık çocukluğum
tam tavanın ortasından beni izliyordu
ama korkmuyordum
bildiğinden korkmuyor çünkü insanoğlu
ben de ölümden korkmuyordum
ve topraktan yaratmıştı tanrı beni
ben görememiş olsam dahi
hepiniz biliyordunuz
ellerim intiharın eşiğinden
toprağın kıyısından dönüp
kaç kere ölümü öptü
Fatih Öztürk
19 Ocak 2014 Pazar
İçeri Doğrular
gecenin yaralı tarafından
göğsümün üstüne düşen perdelerin
neydi ayışığından aldığı bu ilhamı
bir pencere mi yoksa ellerimin sahi bekçisi
yoksa odamın tam ortasındaki
irice bir boşluk mu
bu denli aklımı kaçırtan
dar bir solunum yoluydun önce ruhumun
kalp ağrısına hem çare hem de sebep
özleminin yokuşunu tırmandıkça sakin
kavuştukça bir ölününki gibi huzurlu
bir tanrıkent yıkıldı ki içinde umutsuzluk
yüzümü yasladığım gökyüzü şimdi lacivert
küçük avuçlarına dökülüp taşmadı yüreğim
ne acayip ki
ışıklar gölgeleri dövüp geçiyor
hayallerim öpüyor beni sabahleyin
damarlarımda hırçın med cezirler
yanağından boynuna bir yol var biliyorum
dudaklarımın değip gözlerimin dolduğu
Fatih Öztürk
23 Kasım 2013 Cumartesi
Çember / Part 1
Şehir, ışığını ardında bırakıp çoktan karanlığın içine sızmış kurtlar gibi diriydi. Uğultulu rüzgârın kuşattığı soğuk bir kış akşamıydı ve onun zihni, tüm bu olanları yok sayarak kara kaplı iki kanadın, gökyüzünün dipsiz yoğunluğunda dans edişini izliyordu. Caddeler hız kesmezken o donuktu. Onun taze bedeni, ölüm döşeğindeki ruhunu taşıyamıyordu. Tüm bu karmaşıklığın arasında yürüyordu Dora. Zaman birbiri ardına dizilmiş apartmanların ayakları altından akıp giderken o, siyah paltosunun iki yakasını üşümemek için çekiştirdi. Sert rüzgâr, uzun siyah saçlarını savuruyordu dört bir yana. Yanında çocukluğundan kalma arkadaşı Cenk ile birlikte ikisi de yürüyerek birçok sokağı geride bırakmış, gidecekleri yere neredeyse varmışlardı. Ancak ikisi de dakikalardır tek bir kelime bile konuşmamıştı. Bu esnada Dora’nın ciğerlerinden ince bir öksürük koptu. Ellerini cebine attı, titriyordu. Cenk, dalgın bir halde yürüyen Dora’ya anlamsızca bakmaya başladı. Merak edercesine sordu:
-
Neyin var Dora?
-
Ha?
Efendim?
-
Neyin var diyorum? Seni iyi görmüyorum.
-
Niye
böyle düşünüyorsun?
-
Sesin dahi çıkmıyor Dora. İyi görünmüyorsun ve
her şeyden uzaklaşıyor gibisin.
-
Biraz
dalgınım bu aralar Cenk. Yorgunum sadece.
-
Sen dalgın değilsin Dora. Bir şeylerin içine düşüp
kayboluyor gibisin. Neler oluyor? Uzun zamandır oturup doğru düzgün
konuşmuyoruz bile.
-
Sadece
büyüyoruz Cenk. Yakınlaşıyoruz, yakınlaşıyorum…
-
Ne? Neye yakınlaşıyorsun?
Dora
sustu. Susmalıydı. İçindeki fırtınayı kendisinin dışında kimsenin
anlamayacağını biliyordu. Bu yüzden sessizlik daldı yine iki eski arkadaşın
arasına. Derin bir yolda yürüyorlarken gitmek istedikleri yere ulaştıklarını
fark etti Cenk. Sorusu yarım kaldı, cevap alamadı. Zaten cevap vermek
istemiyordu Dora. Yol boyunca kaldırıma dikmişti gözlerini. Cenk’in suratına dahi
bakmamıştı.
-
Geldik işte.
-
Başka kim
var?
-
Birkaç arkadaş daha.
-
Biraz
oturup kaçarım ben. Kalabalık burası. Sevmiyorum biliyorsun.
-
Ne demek sevmiyorum? Seni özellikle çağırdım ben
Dora, biraz kafa dağıt, otur, konuş, sohbet et diye. İnsanlarla beraber ol
diye…
-
Çok fazla
insan var Cenk. Bunalıyorum, kalabalıktan hoşlanmıyorum.
-
İtiraz istemiyorum Dora. Bizimle birliktesin. Hem
tanışmanı istediğim bir kız var.
-
Ne kızı? Kimseyle
tanışmak da istemiyorum.
-
Bırak mızmızlanmayı artık Dora. Gel benimle!
-
…
Mekândan
içeriye girdiler. Dora’nın suratı bir güz ağacı gibiydi. Tüm yapraklarını
dökmüşçesine çırılçıplak ve sertti. “Biraz
gülümse.” Dedi arkadaşı. Dora ise insanların karmaşık uğultusundan başka hiçbir
şeyi duymuyorken gülümseyecek bir şeyi olmadığını da biliyordu. İnsanların
dudaklarından çıkan kelimeler buharlaşıyor, mekanın içine yansıyor ve havaya
karışıyordu. Gözlerini kısarak mekanın içerisinde ürkekçe yürüdü Dora. Amber
renkli duvarlara asılmış loş, sarı lambalar arasından süzüldü. Yuvarlak
masaların etrafına yerleşmiş insanlarla doluydu içerisi. Duvar kenarındaki kimi
masalarda içki içip gülüşen çiftler, gölgenin hâkim olduğu masalarda ise sarhoşlar
yatılıydı. Sigara dumanı, mekânın her tarafını sisli ve dar bir hale çeviriyordu.
Birkaç
kişinin bulunduğu bir masaya oturdular. Masada onları bekleyen Uras, Derin ve Öykü vardı. Kısık
bir sesle selam verdi Dora herkese. Oturdu, ellerini masanın üzerine koydu ve parmaklarını
ovuşturmaya başladı. Gözleri hareket eden parmaklarına daldı. Cenk masadakilere
döndü ve Dora’yı diğerleriyle tanıştırdı. Dora ise kendi bulunduğu içleminden
sıyrılarak herkese tek tek memnun oldum ifadesiyle gülümsemeye gayret etti. Sonrasında
tekrar ellerine kenetlendi.
Herkes
masada yerini almıştı. Birkaç hal ve hatır sohbetinin ardından sonra Cenk,
masadaki bütün arkadaşlarına dönerek; “Ee ne içiyoruz bu akşam? Herkese bir
yetmişlik yarar değil mi?” Dedi. Dora ise Cenk’ e dönerek: “Bana yaramaz.” Dedi.
-
Dora… Hadi ama. Bu gece biraz gevşe, bırak şu
inadını.
-
İçki kullanmadığımı
iyi biliyorsun. Siz için… ben bir şey içmeyeceğim.
-
Bari bu akşam ayak uydur Dora. Bir kerelik…
-
İçmeyeceğim
dedim. Ayık olmam gerek. İçemem.
-
Bu akşam düşünecek hiçbir şeyin yok Dora...
-
Kesinlikle
var.
Herkes
ortamın bir an gerildiğini düşünerek sustu. Cenk durumu kurtarmak isteyerek: “Siz aldırmayın ona, biz hep böyle takışırız.
Hadi alalım biraları.” Dedi. Dora önüne döndü. Cenk ise Dora’ya doğru
eğilerek kısık bir sesle: “Öykü’yle
tanışmalısın. Tam sana göre bir kız. Ona senden bahsettim ve seni merak ediyor.
Hadi konuş onunla, onu senin için çağırdım.” Dedi. Dora, kendini anlam
veremediği ve istemediği bir karmaşa içinde bulmuştu. Anlamsızca Cenk’e baktı.
Cenk ise Dora’nın kendisine göre bir kızla tanışmasını diliyordu.
Cenk’e göre Dora, aşık olup birlikte vakit
geçireceği bir kızla tanışırsa mutlu olabilecek ve sürekli kendi içine doğru
kapanmaktan vazgeçecekti. Bu yüzden Öykü’ye Dora’dan bahsetmiş, Öykü ise
Dora’yı pek merak etmişti. Ne de olsa
insanlar içlerindeki kocaman boşlukları sevmezdi. Çünkü kocaman boşluklar,
büyük yalnızlıklar demekti her zaman.
Öykü ise boşlukların getirdiği yalnızlıkları sevmiyordu. Dora’ nın düşlediği
gibi biri olabileceğini düşünüp onu merak ediyordu. Ancak Dora, Cenk’in bu
tavrından hoşlanmayıp gözlerini Cenk’in gözlerine sertçe dikti. Çehresinde
azarlayıcı bir bakış vardı. Ortamın daha fazla gerilmesini istemeyen Dora, hiçbir
şey söyleyemeden tekrar önüne döndü. Cenk de daha fazla ısrarcı olamadı.
Başka
şeyler düşünmeliydi Dora, kafasının içinde dipsiz, fırtınalı bir deniz vardı. Hırçın
dalgalar ruhuna çarpa çarpa onu yiyip bitirmekteydi. Yine o denizin dalgalarında
boğulmaya başlamışken bir anda masada büyük bir kahkaha patladı. Dora başını
kaldırıp diğerlerine baktığında Öykü’yle göz göze geldi. Ancak gözlerini
kaçırdı, tekrar başını öne eğdi.
“Dora başını önüne eğdiğinde bir an için,
bilmediği bir sebeple Öykü’yü düşünmeye başlamıştı. Yüzünü kaldırıp Öykü’ye
bakmak istedi ve yüzünü kaldırmasıyla tekrar Öykü’yle göz göze gelmesi bir
oldu. Bakışları dondu. Öykü’ye bakarken oturduğu masa aniden kuzgun bir ormana
dönüştü. Dora, kendini bu ormandan
kaçmak isterken buluverdi. Belden üstü çıplak halde durmadan koşuyordu. Ağaçların
üstünde araf bir günbatımı vardı. Gökyüzünün kırmızı ve siyah çehresinin
altındaydı Dora. Soğuk tüm bedenine işlemişti. Nefes nefese bir halde koşarken
ayağı takıldı. Zakkumların üstüne düştü. Yüzünün üstü toprağa çakıldı ve çıplak
bedeni zakkumlar arasına karıştı. Canı acıdı. Birden irkildi ve gözlerinin
önündeki vizyon, acı bir titreyişle sona erdi.”
Dora
kendine geldiğinde gözleri aniden açıldı. Tedirgin bir halde etrafına baktı.
İnsanların dikkatini çekip onları korkutmaktan endişelenmişti. Çünkü bu gördüklerinin
esiriyken kendisinin dışarıdan nasıl göründüğüne dair en ufak bir fikri yoktu. Herkesin
kendi sohbetine ait olduğunu gördüğünde ise rahatladı. Zaten Öykü, çoktan
çekmişti gözlerini Dora’nın gözlerinden. Kimse onu fark etmemişti bile.
İçten
içe hiddetlendi Dora, elleri bir yumruk halini almıştı. Düşündükçe parmakları,
avucunun içinde daha fazla eziliyordu. Bu lanet çemberin içerisinden çıkmak
istiyordu ancak bu ateş dolu çemberin sınırlarına bile yaklaşmak onun için
gittikçe zorlaşmıştı. Sonu gelmeyen karanlık bir kuyunun içine düşerken
tutunacak bir şeyler arıyordu. Daha fazla düşmek istemiyordu. Biraz daha
tükenmek istemiyordu. Tüm bu kara düşüncelerin içerisinde savrulan Dora’ nın donmuş
gözbebeklerinin önünde ise sadece Öykü’ nün bir çift eli duruyordu. Kendi
yumrukları masanın altında saklanırken gözleri, sadece öykünün ellerine
bakıyordu. Derin bir nefes aldı Dora, ellerini serbest bıraktı. Ateş yüklü
çemberinin sınırlarına doğru yürümeye başladı. Gözleriyle Öykü’nün pamuk
ellerinden narin kollarına doğru uzandı. Ardından omuzlarından dudaklarına… Aklını
kaçırıyormuş gibiydi, gözleri donuk ve başı hareketsizdi. Dikkatlice Öykü’yü
seyrediyordu.
Küçücük
elleri arasındaki bardağın dibine dalmıştı Öykü. Kar beyazdı teni. Sarı ışıklar
altında savruluyordu saçları. Ve saçları dans ettikçe kızıldan kan kırmızıya
dönüşüyordu. Çehresinin her iki yanından kan kırmızı nehirler akıyordu
omuzlarına doğru. Gölgeler içinde kalmış gözleri simsiyah bakıyordu. Birden
bakışlarını bardağın dibinden ayırdı. Sıkılgan bir tavırla başını havaya
kaldırıp gözlerini tavana dikti. Naif yüzünün üstünde lambalar çalkalandı. Kim
bilir neler düşünüyordu… Çantasının içinden bir sigara paketi çıkardı. Ağır
hamlelerle sigarasını yakarken gözlerini kıstı. Ardından Dora’ya doğru baktı.
Dora ise bu sefer gözlerini kaçırmadı. Sonuna kadar açılmış gözlerinin içi dahi
kıpırdamadı. Öykü, Dora’ya doğru yaklaşarak: “Ee? Sigara da mı içmezsin sen?” Dedi. Dora vücudunun hiçbir azasını
kıpırdatmadan şuh bir cevap verdi:
-
Hayır,
içmiyorum. Hiç içmedim.
-
Hiç merak etmedin mi?
-
Hayır,
etmedim. Ama bu akşam içmek istiyorum.
-
Ne?
-
Bu akşam
sigara içmek istiyorum.
-
Neden onca yıl değil de bu akşam? Bana şaka
yapıyorsun herhalde.
-
Hayır,
ciddiyim. Benimle sigaranı paylaşır mısın?
-
Elbette paylaşırdım, ama paketten aldığım son
dalımdı bu.
-
Bir dal
içemem, ilk sigaram olacak biliyorsun, elindeki sigarayı kastetmiştim.
-
Elimdeki mi? Olur, neden olmasın. Ama şimdiye
dek başlamadıysan başlamanı istemem.
-
İlk ve son
olacak zaten.
-
Peki al. Dikkatli ol, ilk kez deneyeceksen
öksürürsün.
Dora,
yarısı bitmiş sigarayı iki parmağının arasından iki dudağının arasına doğru
uzattı. Gözlerini kapadı ve dumanı duraksamadan içine çekti. Çektiği anda sıkı
bir öksürük patlattı. Gözlerini kızıl çatlaklar sardı. Sağ elinde sigarası ve
sol elinde göğsü vardı. Dumanlar arasından öksürüklerini kusuyordu. “Demiştim…” dedi Öykü. Dora öksürüklerine
aldırmadan, sigaranın kalan kısmını da deli bir adammışçasına bir çırpıda içine
çekmeye çalışıyordu. Gözleri hala Öykü’ye aitti. Soğukkanlı bakıyordu.
Olanları
fark eden Cenk, sarhoş bir tavırla Dora’ya döndü: “Ne yapıyorsun sen?” Dedi. Dora aldırmadan bir fırt daha çekti,
sonra bir tane daha… Sigarayı bitirmişti. Bitirdiği sigarayı elinde sımsıkı
tuttu ve bir an duraksadı. Şehrin tüm binaları üzerine yıkılıyor gibiydi. Adım
attıkça acısı katlanıyordu. Nereye kaçsa bir gölge içine düşüyordu. Asi bir
denizin dalgaları gibi Öykü’ye gidip geldi gözleri. Bir karar veriyor gibiydi.
Göğsünden içeri aldığı derin nefesi bir süre tuttuktan sonra bir anda dışarıya
saldı. Sigaranın kalan filtresinden tutup Öykü’ye uzattı. Sonrasında Cenk’e
dönerek: “Gidiyorum.” Dedi. Siyah paltosunu bir çırpıda giyinmeye başladı.
Cenk
şaşkındı. Oturduğundan beri fazla içki tüketmişti, alkolün verdiği etkiyle
Dora’nın yüzüne anlamsızca bakıyordu. Ardından “Ne halin varsa gör.” Diyerek önüne döndü. Birasını yudumlamaya
devam etti. “Ben de öyle düşünmüştüm.”
Dedi Dora. Öykü ise olan biteni şaşkınlıkla izliyordu. Olağanın dışında bir şey
olduğunu fark etmişti. Ayağa kalkıp gitmek üzere olan Dora’ya seslendi: “Ben de kalkıyordum, beraber çıkalım mı?”
Dora ve Öykü, rüzgarın uğultusunda ve şehrin karmaşık
sokaklarında yürümeye başladı. Tedirgindi Dora, gözleri apaçık bir biçimde
kaldırıma bakıyordu. Hızlı ve kocaman
adımlar atıyordu. Saniyeler kafasına bir balyoz gibi çarpıyordu.
-
Biraz yavaş yürüsek olur mu? Senin kadar hızlı
yürüyemiyorum.
-
Olur.
-
Acelen mi var yoksa?
-
Yok,
acelem yok.
-
İyisin değil mi?
-
İyiyim.
Vakit geç oldu, seni eve bırakayım?
-
Peki, olur.
Dora suskunca ilerliyordu. Yavaş ve titrek adımlar atıyordu.
Öykü ne tarafa yönelirse onu takip ediyor ve konuşmuyordu. Öykü ise onu
tanımadığı için pek fazla soru sormuyordu ancak Dora’ ya endişeli gözleriyle
bakıyordu. En sonunda Öykü’nün evine vardılar. Şehrin içine saklanmış küçük bir
apartmandı bu. Kapının önünde ikisi de durdu. Dora başını kaldırıp Öykü’ye
baktı. Yüzünde kararlı ve yorgun bir adamın bakışları vardı. Fakat bir hikaye
anlatmak istercesine parlıyordu gözleri. Dilinin ucunda biriken kelimeleri bir
cümleye bile dönüştüremeden öylece Öykü’ye baktı. Konuşamadan sustu.
-
Memnun
oldum Öykü.
-
Ben de Dora. Sen nereye peki?
-
Biraz
yürüyeceğim.
-
Hava pek soğuk ama…
-
Olsun.
-
Peki. Kendine dikkat et, görüşürüz sonra.
Dora
sırtını dönüp yoluna koyulduktan sonra acı bir gülümseyiş sergiledi yeryüzüne. “Kendine dikkat et, görüşürüz sonra...”
Diyerek mırıldandı kendince. Tekrar etti defalarca. Ardından Beton kaldırımlar
üstüne yakıştırdı kendini. Adımlarını yavaş yavaş hızlandırdı. Gök kubbedeki
ay, sırtında duruyor gibiydi. Sokak lambalarının altından akmaya başladı vücudu.
Dora,
attığı adımlarla biraz uzağa konuşlandığında Öykü, girdiği apartmanın
kapısından sıyrılıp Dora’ nın savrulan ceketine ve uzağa doğru savrulan
adımlarına baktı. Endişeli ve tedirgin olan Öykü, Dora’nın nereye gideceğini
merak etmekle birlikte Dora’ ya karşı bir şefkat ve koruma içgüdüsü beslemeye
çok erkenden başlamıştı. Dora’ nın bir sınır ötesine baktığını bu gece önemli
bir karar aldığını Öykü değil bir başkası da olsa anlardı. Kendini fark ettirmeden
adım adım onu takip etmeye başladı. Yaptığının deliliğe eşdeğer olduğunu bilse
de bu Öykü için şaşırtıcı bir şey değildi. Öykü ani kararlar verebilir ve ani
hislerinin dürtülerine cevap verebilirdi. Dora ise yürüyordu ve yürüdükçe daha
çok uzaklaşıyordu kalabalıktan. Şehrin uç noktalarına doğru gitmek için
adımlarını sıralıyordu.
Her
an, aynı biçimde kopan küçük kıyametleri düşünüyordu Dora. İnsanlar kaldırımlar
üstünde her gün aynı biçimde can çekişiyor, binalar gökyüzüne uzanmak adına
birbiriyle yarışıyordu. Kırmızı, yeşil ve sarı lambaların eşliğindeki duman
altı gökdelenlerin içinde, yitirdikleri ruhlarını arıyordu bütün vücutlar. Asfalttan
çukurlar içine düşüyordu tüm bedenler. Uğultu dolu kara bir bulut, şehrin
üstünü kaplarken ışıksız sokaklardan elleri keskin ve gittikçe büyüyen gölgeler
taşıyordu. Camlar patlıyor, köpekler havlıyor, kapılar kapanıyor, kornalar
çalıyor, sirenler haykırıyor, ışıklar yanıp sönüyordu. Bir fırtına içinde dönüp
dolaşıyordu tüm şehir. Ölüyordu tüm şehir. Kaçıyordu Dora, adımlarını
hızlandırıyordu. Gittikçe daha hızlı ve daha hızlı…
“Birden dengesini kaybetti. Düşmemek için
yanı başındaki sokak lambasına tutundu. Kulaklarında karmakarışık uğultular
vardı, gözleri karardı. Bedenindeki ruhu, vücuduna sığamıyor gibiydi, tüm kanı
çekiliyordu. Kapandı gözleri. Derin bir karanlığın ve siyahın ardından gözlerini
açtı, uyandı. Kendini düştüğü zambakların arasında, yerde yatarken buldu. Canı
acıyordu. Orman tamamen kara bir örtüyle kaplı hale gelmişti. Kargalar
çığırtkan sesleriyle dalların üstünde bekliyor, bazıları da bir çember
yörüngesinde kanat çırpıyorlardı. Yaşlı ağaçların kolları arasında çaresizdi
Dora. Kafasını bir sağa, bir sola ve ardından tekrar sağa çevirip
çıldırırcasına başını kollarının arasına sıkıştırdı. Oradan oraya koşuyordu.
Yaptığı hiçbir hareketin sonu gelmiyordu. Ormanın tüm varlığı onun kulaklarında
yankılanırken birdenbire her şey sustu. Tüm kargalar seslerini kestiler.
Ormanın içinden, derininden gelen bir ses, fısıltıyla konuşmaya başladı: “Venite
ad me.” Tüm ağaçların arasından incelerek yankılanan bu ses tüm ormanı
kaplamaya başladı: “Venite ad me Dora. Venite ad me!” Dora anlam
veremiyordu. Çok korkuyordu. Hiçbir şey göremiyordu, sadece bu sesi duyuyordu. Titriyor
ve kendi etrafında dönüyordu. Uzak derinliklerden gelen bu ses, yavaş yavaş yakınlaşarak
birden kulağının tam dibinde bir çığlığa dönüştü ve hemen sonrasında bütün her
şey, gözlerinin önündeki görüntü, sesler, soğuk ve çıplaklık, bir hışımla,
büyük bir acıyla yok oldu.”
Dora
kendini çaresiz bir halde, sokak lambasına tutunurken buldu. Gözlerinin
önündeki vizyondan kurtulmuştu fakat kulaklarında hala yankılar sürüyordu.
Doğrulup ayağa kalktı. Dengesini tekrardan buldu ve yürümeye başladı. Daha da
hızlanmaya çalışıyordu. Dora’nın dengesini kaybedip düştüğünü gören Öykü
korktu. Dora tekrar ayağa kalkıp kendine geldiğinde ise daha çok meraklanıp
endişelenmeye başladı. Öykü artık geriye dönmeyi düşünse bile bunu yapmaması
gerektiğini çoktan anlamıştı. Onun nereye gittiğini, ne yapacağını bilmiyordu,
tedirgindi. Ama onun iyi olmadığının farkındaydı. Bu yüzden korksa da, geri
dönmeyi aklından geçirse de takibe devam etmeye karar verdi. Bir yandan cep
telefonunu çıkarıp Cenk’ i aramaya koyuldu. Ama Cenk telefonuna cevap
vermiyordu. Cenk muhtemelen şu anda sarhoşluğun etkisiyle kendisini bile
duyamamaktaydı.
Tenha
bir yola sarılıp şehirden uzaklaşmayı başarmıştı Dora. Boş ve etrafına nice
ağaçlar serpişmiş loş ışıklı bir yolda koşar adımla ilerliyordu. Rüzgar
çıldırmışçasına esiyordu. Öykü ise yorulmuştu ve gittikçe kaygılanıyordu. Nefes
nefese kalmıştı. Uzun ve ıssız yol tükendiğinde şehrin en uç noktasındaki
denize yamaç bir uçuruma gelmişti Dora. Ayakları hafifledi ve adımları
yavaşladı. Gecenin sessizliğinin hırçın dalga sesleriyle buluştuğu bir
yerdeydi. Gevşedi ve kollarını açtı. Ruhuna dokunuyordu birileri. Hafif ve
gökyüzünde yankılanan bir müzik çalıyordu kulaklarında. Adım adım yürüdü Dora. Uçurumun
köşesine ilerliyordu. Başı gök kubbeye dönüktü. Dünyanın kirli parmak uçlarında
yüzüyordu. Uzun ve soluk elbiseli kadınlar, dipsiz şarkılarıyla onu toprağın en
ucuna doğru çekiyordu. Rüzgar bir çılgın gibi haykırırken o sakindi. Bitmek
üzere olan ömrünün son demleri, onu hafifletiyordu.
Tüm
bu soğuk ahengin içerisinde yürüyen Dora, uçurumun kenarına oturmuş küçük bir
çocuğu gördü. Şaşırdı. Uca doğru yürüdükçe çocuğa yaklaştı. Yaklaştıkça daha da
yavaşladı ve boğazı düğümlendi, yutkundu bir korkuyla. Hızlandı nefesi, omuzlarından
içeriye çekildi başı. Titredi. İçine sinmiş kambur bir adam gibi yanına geldi
çocuğun. Çocuk ise ayaklarını sallayıp hüzünlü bir şarkıyı mırıldanıyordu. Kısa
bir şortu ve mavi çizgili gömleği vardı. Yana taradığı siyah saçlarının bir
kısmı alnına düşmüştü. Ellerini toprağa yaslamış, başını ise gökyüzüne
çevirmişti. Dilinde hep aynı melodi vardı.
Donakaldı
Dora, afalladı. Gözleri sadece çocuğa bakıyordu. Çocuk ise Dora’yı görmüyor,
fark etmiyordu bile. Oysa bu mavi çizgili gömleği nerede olsa tanırdı Dora, bu
boş bakan küçük, beyaz suratı, bu ince parmakları ve bu sallanan ayakları
nerede olsa tanırdı. Bu melodiyi hiç unutmamıştı. Tüm bu olup bitenlerin diğer
tarafında ise Öykü vardı. Korku ve irkilişleriyle olan biteni izleyen Öykü,
uzaktaki bir gölgenin içerisinden Dora’ ya bakıyor ve olanları, kargaşaya
dönüşen düşünceleri yüzünden anlamlandıramıyordu. Dora’ nın yanına gitmekten de, gölgelerin içinde
kalıp olan biteni izlemekten de korkuyordu.
Bu
uçurumun yanı başında sallanıp şarkı söyleyen küçük çocuk, aslında Dora’ dan da
başkası değildi. Dora’ nın Küçüklüğünden kalma bir yansıması, bir
yaşanmışlığıydı. Evvel zamanda, küçük bir çocukken, evden kaçıp bu uca, bu
denize gelirdi küçük Dora. Korkusuzca denize bakıp şarkılar söyler, yalnız
kalmak isterdi. Yine o kaçışlardan biriydi. Dalga seslerinin üzerinde şarkılar
söylüyordu küçük çocuk. Ölüme sadece birkaç adımı kalmış Dora’nın ayakları
toprağa çakıldı. Geçmişi ve birkaç saniyelik geleceği arasında sıkıştı. Hemen
çocukluğuna seslendi, kendisini duyması için ona bağırdı ve haykırdı. Geçmişi,
gözlerinin önünden kayıp gidiyordu Dora’nın. Acıyordu çocukluğuna. Sesini
duyurmak, onu uyarmak isterken çığlıklarına karıştı gözyaşları.
Delicesine
haykırırken birden tiz, ince ve gizemli bir ses yankılandı Dora’nın arkasında:
“Boşuna uğraşma Dora, seni duyamaz.”
Bu
sesi tanıyordu Dora, biliyordu. Çocukluğundan kalma bu gizemli sesi hiç
unutmamıştı. Haykırışlarını bir anda kesti, sustu. Yüzündeki acı dolu ifade, yerini
bir anda soğukkanlı ve sert bir bakışa bıraktı. Ürkekçe arkasını döndü. Karşısında
duran Asbeel’di. Yorgun ve ıslak
gözlerini Asbeel’e dikti.
Ölülerin
ve dirilerin dünyaları arasında dolaşan bir ruhtu Asbeel. Soğuk ve beyaz
yüzünün üstündeki kan kırmızı gözleriyle Dora’ya bakıyordu. Başı ve tüm vücudu,
bir tanrıçanınki kadar dik ve zarifti. Simsiyah saçları, vücut kıvrımlarına
çarparak toprağa doğru akıyordu. Salkım saçak, siyah bir elbisenin içindeydi
varlığı. Dirseklerinden ellerine doğru asılmış zifiri kumaş parçaları,
ayaklarına kadar düşüyordu. Suretinden toprağa dek süzülüp dalgalanıyordu
simsiyah eteği. Gökyüzüne doğru açılan büyük,
korku dolu kanatlarını savururken varlığının her yanından bir karanlık
fışkırıyordu. Gözlerini Dora’nın gözlerine bir tokat gibi çarparken bir yandan
hafifçe gülümsüyordu. Uzun bir bakışmanın ve sessizliğin ardından Dora’ya doğru
yürümeye başladı. Adımlarına kelimelerini ekleyerek devam etti.
-
Görüşmeyeli uzun zaman oldu değil mi Dora?
-
Neden
buradasın Asbeel, niçin geldin?
-
Zaten buradaydım Dora. Biz hep buradaydık.
Görmüyor musun?
-
Ne demek
bu?
-
Beni hiç özlememiş olamazsın değil mi?
Bu
soruyla birlikte Dora’nın bedenine son adımını attı Asbeel. Ona bir nefes kadar
yaklaştı. Soğuk ruhunu Dora’nın titrek bedenine sarmaya başladı. Asil çehresinin
arkasında gizlenen dipsiz, kırmızı gözlerini Dora’dan hiç ayırmıyor ve şehveti
arz eder bakışlarıyla Dora’nın yüzüne yavaş yavaş sokuluyordu. Kızıl dudaklarındaki esrarengiz tadı Dora’ya
sunarmışçasına yüzünü Dora’nın simasına doğru bıraktı. İkisinin çehresi
arasından rüzgar dahi geçmiyordu. İkisinin dudakları arasında ise geç kalmış bir
ölümün serzenişi ve henüz var olamamış bir anlaşmanın çığlıkları yatılıydı. “Büyümüşsün.” Dedi Asbeel. Ardından uzun
tırnaklı parmaklarını Dora’nın rüzgarla karışmış saçlarına iliştirdi ve Dora’nın
saçlarını okşayarak tekrar etti: “Büyümüşsün
Dora… Zaman, siz insanların ruhunu da bedenini de değiştiriyor.”
...
Çember / Part 1
Fatih Öztürk
18 Kasım 2013 Pazartesi
Sevgili Gece
bir çift göz
bir çift göz ki karanlığımın içinden çıkagelir
ve karanlık sefildir, hem de hiç olmamış gibi
çift kişilik yatağın ücra köşelerinde ruhumuz
okyanus gibi hırçın ve mavi uyumamışlığın
parçalı bulutlu bir battaniyeye benzer işte yüreğin
altına yattığım
işte o büyüyen gözlerin, kendi karanlığında karmaşık
kulpu olmayan kapılar gibiydi kirpikleri
ve yanaklarına konan sıska öpücüklere cevap verip
sessizce ıslattın dudaklarını
gece yarısından öte, dört' ü çeyrek geçe
ölü bir adamın üzerine örttün saçlarını
güneş yastığımızın sen köşesinden batıp
ben köşesinden çaresizce doğuyordu
bir yastık ki bizi ikiye bölüp aslında birleştiren
garipti ne de olsa, ilk kez bir yastığı paylaşmak
daha hiçbir şeyi paylaşmamışken yerküre üstünde
ve yerküre üstünde seni taşıyordu parmak uçlarım
yüzümde insancıklar ölüp durdu her öptüğünde
bir siyahın içine düşmüşüz seninle
arada bir mum ışıkları yüreğimize batıyor
cebime koyup gidemiyorum zamanı bir türlü
kalabalıklar üzerimize yürüyor gecenin bir köründe
içimizden geçiyor hepsi bir bir ama sahiden
yine de bulamıyorsun beni
dudakların beni var edecek mi diye bakıyor o gözlerin
dokunduğun kadar olabiliyor muyum bilemiyorsun
yüzün bana her döndüğünde meydan okuyorum ölüme
saçlarınla boynun arası yolumu kaybedip
başka bir hayatın uçurumunda dolaşıyorum
sonra sabah çöküyor üstümüze, martılardan biliyorum
bensiz düşüncelerinle bakışıp
sahipsizliğimle göz göze geliyorum
dört bir yana dağılıyor saçların
senden geriye kalan tüm parçalarla
uçurumlarından çığ gibi düşüyorum
çığlıklar gibi üşüyorum
şimdi alt dudağımda bıraktığın
geçmesini hiç istemediğim köhne yaramla
her sabah üsküdar' da vapur bekliyoruz
hele ki dokunmasın dilim dudaklarıma
işte o zaman tanrıyla başbaşa kalıyoruz
denk düşmüyor kalbimin ağrısına elbet ama
hatırlıyorum
dişlerinin arasında kalmış gibi yine
iki büklüm oluyor ruhum
kaldırım taşlarına inanıyorum yürürken
koşuyorum senden öteye tir tir titreyerek
şimdi gelip peşimden, bana sarılmasa mı rüzgarın
saçların dolanıp durmasa mı boynuma
bir ölününki kadar bile değil nefesim
canım yanıyor keşkelerimin en arasında
bedeninle ruhunun arafında sıkışıp kalıyor ellerim
ellerim sende kalıyor
çığlıklar gibi üşüyorum
Fatih Öztürk
6 Kasım 2013 Çarşamba
Keşke
duyulup da asla yazılmayan bir çığlıktı karanlık.
alçak tepeler bile duvarlar gibi dik ve şuh bakışlı.
sorsan anahtarı yoktu çürüyüp terkedilmiş kapıların.
kapılar yürekler gibi sert,
boşlukları ışıksızdı bildiğim.
hadi yok et ellerini,
çek gözlerimin önünden ruhunu.
rüzgara asılmış o saçlarını düşürürken omuzlarıma,
hep olacakmışsın gibi düş boşluklarıma.
yoklukta var ol, sessizliğin içine gömül.
çünkü sessizliğin de benim.
zaten,
yokluğun da sadece bana ait değil miydi?
uzun yolculuklar düşledim bitişikken ruhumuz.
sıcak asfaltları da aşıp gidebilseydik...
keşkesiz,
duraksamadan;
sanki bir minübüsten inip,
bir başkasına binerek.
ve bir hayalin önünde durup içeri girememek.
bir hayalin önünde,
vitrin camındaki aksimde,
ben ve geleceğim;
suskunca birbirimize bakıyorduk,
sen yoktun.
başparmağımın titrek ucunda,
huzurlu düşler kuruyordum sessiz.
ve sen düşlerimde uyuyordun.
tanrıkent yüzünün kıyısında uzanıp,
seni uyandırmamak için,
sadece durdum.
saniyelere sığmayan o dokunuşunu,
sayısız ölüme değişti ruhum.
keşkeler dizilip oturdu gırtlağıma.
keşkeler geçmedi boğazımdan.
çiğnedikçe büyüdü keşkeler.
oysa üstünü örtmeliydik zamanın.
bize dokunmadan geçip gitmeliydi.
hayalet bir minübüsün koltuğunda,
birlikte ölmeliydik gitgide.
-keşke-
ve şimdi,
uçurumlar dik dik bakıyor çehreme.
denizler şarkısız çıplak sesleriyle,
hayatıma oynanan bir bahis gibi.
yoksa ben, bu takvim yapraklarında,
ölü rakamların arasında asılı mı kalacağım?
Fatih Öztürk
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)